19 Kasım 2021 22:43

O kadar da ‘Spencer’ değil!

Görsel: Spencer filminin afişinden alınmıştır 

Paylaş

2005’te 29 yaşındayken yönettiği Fuga ile dikkatleri çeken Pablo Larraín, daha sonra Allende iktidarını 1973’te kanlı bir darbeyle deviren Pinochet’nin Şili’de hüküm sürdüğü dönemi bir üçlemeyle anlatmaya işine girişmişti.  “Tony Manero” (2008), diktatörlük döneminde kendisini görünür kılmaya çalışan karanlık bir adamı anlatıyordu.  Bir sonraki filmi “Post Mortem” (2010) ise faşizmin yarattığı bireyi -ya da bireyin faşizme uyum sağlama çabasını- taşıyordu beyazperdeye. “No” (2012) ise Pinochet’nin iktidarının devrildiği referanduma odaklanıyordu. 2015 tarihli “The Clup” ise çocuk tacizinden, tecavüze, Pinochet döneminin toplu kıyımlarında kilisenin rolünden cinsel dürtülerin bastırılmasıyla ortaya çıkan travmatik durumlara kadar Katolik kilisesinin suçlarını ortaya döken bir olay örgüsüne sahipti. Pablo Larraín ülkesinin karanlık koridorlarında dolanmaya devam ediyordu.

2017 yılına geldiğimizde ise bambaşka bir kulvar yaratmaya başladı kendisine Şilili yönetmen. Ve iki biyografi filmiyle çıktı karşımıza. İlkinde yine ülkesinin uluslararası bir yüzüne çeviriyordu kamerasını. Ünlü Şair Pablo Neruda’nın 1940’lı yılların sonunda kaçak duruma düştüğü döneme odaklanıyordu film. Oscar adlı bir müfettişin Neruda’nın peşine takılmasıyla kaçma kovalamaca hikayesine dönüşüyordu yapım. Pablo Larraín, yazarın gerçek hikayesinden yola çıksa da onun kişiliğine uygun bir kurmaca inşa etmeyi deniyor ve bir avcının avını takıntı haline getirdiği güçlü bir portre sunuyordu. Aynı yıl izlediğimiz bir diğer filmi “Jackie”de ise ABD Başkanı John F. Kennedy suikastı sonrası First Lady Jacqueline Kennedy'ye odaklanıyordu. Ayrı kalemlerin elinden çıkmış bu iki filmin ortak özelliği kısa bir döneme ve karakterlerin ruh haline odaklanmasıydı.

Yönetmen aile draması olarak tanımlayabileceğimiz ve kendi adıma pek de iyi bulmadığım 2019 tarihli “Ema” filminden sonra bir kez daha biyografi filmiyle karşımızda. Bu kez, 1997’de trafik kazasında hayatını kaybeden, öncesinde ise sürekli dünya gündeminde olan İngiltere Prensesi Diana’nın üç gününe odaklanıyor yönetmen. “Kirli Tatlı Şeyler”, “Şark Vaatleri”, “Locke”, “Aşk Tarifi”, “Serenity” gibi filmler ve kalburüstü birçok dizinin senaryosunda imzası bulunan Steven Knight’ın kaleme aldığı “Spencer”, Diana’nın ailesiyle birlikte geçirdiği bir Noel tatiline odaklanıyor.

Yıl 1991. İngiltere Kraliyet ailesi bir kere daha Noel tatilini Sandringham Köşkü’nde geçirmek üzeredir. Lady Diana, bütün protokolleri saf dışı bırakarak kendi arabasıyla köşke gelir. Ama daha kapıdan adımını atar atmaz, kraliyet ritüelleri ve gelenekleriyle çerçevelenmiş boğucu bir atmosferin içinde bulur kendisini. Diana’nın Kraliçe, kocası ve çocuklarıyla hayatının ilk dönemlerini geçirdiği bu coğrafyada bulunduğu üç gün bir kabusa dönüşecektir. Larraín, Diana’nın köşkün kapısından girdiği andan itibaren içine düştüğü kabusu seyirciye geçirmeyi başararak etkileyici bir açılış yapıyor. Köşkün hazırlanmasından, mutfakta olup bitenlere, hangi etkinlikte hangi elbisenin giyileceğinden, saat kaçta çay içileceğine kadar her şeyin kararlaştırıldığı ve hiçbir hareket alanı bırakılmayan bu ritüeller zinciri Diana gibi seyirciyi de basıyor bir süre sonra. Söz konusu dönem, Prens Charles’ın Diana’yı aldattığının ortaya çıktığı ve paparazzilerin peşlerinden ayrılmadığı bir dönem aynı zamanda.

Larraín, Diana’nın nasıl bir ortamda olduğunu gösterirken genel, ruh haline odaklanırken yakın planlarla ilerletiyor hikayeyi ve gerçekte olup bitenden çok, karakterin dünyasını göstermeye çalışıyor. Saray oyunlarının yaraladığı, aldatıldığını bilen ve bütün ülkenin gözünü üzerinde hisseden bir kadın üzerindeki tahribata odaklanmak istiyor. Bunu yaparken de, Sandringham Köşkü’nün yakınında olan doğup büyüdüğü eve ulaşma çabasını, geçmişe dönüp kendisini yeniden inşa etme hevesi, bugüne dair bir pişmanlık gibi inşa ediyor adeta. Çocukluğunun ‘normal’ günlerine olan özlemini, tekrar oraya dönüp yeniden başlama isteğini dile getiriyor bir bakıma bu arzı. Film de adını Diana’nın aile soyadı olan Spencer’dan alıyor haliyle.

Ancak, bir süre sonra Diana’nın kabuslarının tekrarı filmin aynı yerde dönüp durmasına neden oluyor. En nihayetinde ilk kırk beş dakikada bütün meseleyi anladığımız düşünülürse, bir bu kadar daha geçmişin hayaletleri ve bugünün ritüelleri arasında sıkışıp kalıyor seyirci de karakteri gibi. Haliyle ilk bölümde kurulan atmosfer etkisini yitirmeye başlıyor.

Öte yandan filmin Diana’ya gereğinden fazla kurban muamelesi yaptığını düşünenlerdenim. Ayrıcalıklı olarak doğmuş, daha da ayrıcalıklı bir konuma yükselmiş bir kadından bahsediyoruz. Her ne kadar ölümü trajik de olsa, ondan önce yaşadıklarının bu kadar büyük ilgi görmesini (Özellikle İngiltere dışında) bir türlü anlamlandıramam açıkçası. Burada da Diana’nın hayatının üç gününe bakılmasında bir sorun yok aslında. Bu üç günün İngiliz kraliyet ailesine dair bir genel bakış için kullanılması fikri daha iyi olabilirmiş gibi geldi izlerken. Bütün o ritüellerin saçmalığı, bu çağdaki gerekliliği yerine sadece Diana üzerindeki yıkıcı etkilerine odaklanmak filmin de gücünü azaltan etmenlerden olmuş kanımca.

Ama öte yandan Pablo Larraín’in çağının en iyi yönetmenlerinden birisi olduğu gerçeğiyle bir kez daha yüzleşmemizi sağlıyor film. Sahne tasarlama, atmosfer yaratma ve oyuncu yönetimi konusunda kuşağının en iyilerinden birisi olduğu su götürmez. “Spencer” da görsel olarak oldukça tatmin edici. Kurduğu atmosferi görünce “insan İngiliz kraliyet ailesiyle bir gün bile geçiremez, kadın yıllarca nasıl dayanmış” diyesiniz geliyor. Ama bunun Diana’yı ilgilendiren yönleri dışında da anlatım olanaklarını yaratmakta eksik kalıyor maalesef yapım. Haliyle Diana’nın Spencer olduğu yani ‘sıradan’ olduğu döneme özlemini anlatırken, o kadar da sıradan insanın gündemine giremiyor kanımca yapım. O kadar da ‘Spencer’ olamıyor.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa