El kaleme gitmiyor

Fotoğraf: Eylem Nazlıer/Evrensel
Bazı haftalar insanın eli kaleme gitmiyor.
Yazacak şey kalmadığından değil, yazacak öyle çok şey olduğundan.
Bazen zaten bu mevzuda yazmışlığı çok olduğundan.
Bu hafta mesela, 24 Kasım için ataması yapılmayan, sayıları resmi 460 bin, gerçekte tahmini 700 bini bulan öğretmenler yazılabilir, uzun uzun anlatmak ister insan, yığın eğitim sistemi, eğitimin her şeyle olan ilgisi, ülkede neden cami sayısının okul sayısından 12 bin adet daha fazla olduğu, Diyanetin giderinden yakındığı ve hâlâ açığımız var dediği 128 bin personelin ne iş yaptığı…
Yazılır, tartışılır.
Yine 24 Kasım, Cumartesi Anneleri davası.
Anaların adalet inadı.
Anneleri anlatan belgeseller, bestelenen şarkılar, yazılan şiirler, sahnelenen oyunlar…
Tarihe bir utancın kaydını işlerken dilden dile böyle aktarma çabası.
Yazılır.
25 Kasım Kadına Şiddetle Mücadele Günü yazılır.
Metrodaki bıçaklı saldırganı, kadın savcının, “Bu eylem tüm kadınların özgürce yaşama, sokakta bulunma ve hayatlarına devam etme haklarına saldırıdır” açıklamasıyla tutuklamaya sevk etmesi, psikolojik, ekonomik, cinsel şiddetin de konuşulması gereği, Taksim’i zorlayan kadın hareketi, haklarımız, hayatlarımız, İstanbul Sözleşmesi…
Yazılır.
26 Kasım Gezi davası, neden iktidar ve yandaşları lafı evirip çevirip Gezi’ye getiriyor, torba davaya dönüşmeden önce Çarşı kararını bozmak için artık olmayan “Başbakanlık” kurumu adına Cumhurbaşkanlığının davaya dahil olması, hukukun en temel ilkelerinden “Bir insanın bir suçtan bir kez yargılanabilmesi” kaidesinin defalarca ihlal edilmesi, savunmanın saldırması, tarihe bir kopuş davası olarak yazılması, artık eş dostun düğününde, kınasında, kutlamasında değil adliye sarayları önünde yaşanan buluşmalar, kavuşmalar…
Herkesin yolu bir gün illaki adliye saraylarına düşecek mi? Adaletin sarayı olur mu?
Yazılır…
Her birini onlarca kere yazmışım 2013’ten bu yana.
Yazmak Üzerine’de Ernest Hemingway;
“Madam, bol keseden kullanmaktan tüm kelimelerimiz anlamını yitirdi...” diyordu.
Bazen işte boş sayfaya bakarken insan, sanki kurabileceği tüm cümleleri önceden kurmuş gibi hissediyor.
Acı bitmiyor, açlık bitmiyor, haksızlık, adaletsizlik bitmiyor. Hiçbir başlık azalmıyor, her gün yenisi ekleniyor.
Şimdiye kadar beş bin kez kullanmışımdır adalet kelimesini.
Ben bu pazar bir tiyatro oyunu anlatmak isterdim.
Büyük bir salonda, kırmızı kadifeler ağır ağır açılırken yaşadığım heyecanı tarif etmek isterdim.
Vakit olmadı, uzundur gidemedim. Yollar hep alanlara, adliyelere çıkıyor. Unutmaya yüz tuttuğum bir histir.
O hafızamızdaki salonların dönüşümündendir belki.
Kalabalık bir dost masasında bir kelimenin çağrışımıyla büyüyen tartışmayı anlatmak isterdim.
Tartışmak kavga etmek değildir.
Mesela Georges Bataille, günah üzerine tartışmaları kitap haline getirmişti, felsefe bir soruyla başlar:
“Acaba, günah mı olumsuzluğa yol açıyor, yoksa olumsuzluk mu günaha?” diyor.
Her gün konuştuğumuz “kötülük” üzerine tartışır Bataille.
Mesela “Utanç, bilinçle aynı şeydir, utanç duymayan bilinç, hastalıklı bir bilinçtir” der.
Ne verimli konu, utanmaz kelimesini ne çok sarf ettiğimiz düşünülürse.
Bak şimdi Bataille deyince çağrıştı.
Gözün Hikayesi’nde
“Eğer birisi çıkıp bana ölenin aslında ben olduğumu söyleseydi pek şaşırmazdım bu işe, olaylara öylesine yabancılaşmıştım” demişti.
Yabancılaşma üzerine yazmak isterdim, maruz bırakıldığımız “merhamet yorgunluğu” yerine.
Yabancılaştık mı biz iyi bir hayatın cennete benzediği gerçeğine?
Önümüzde bir hayat-memat meselesi olmasa aykırı kadınların kahkaha dolu hikayelerini yazmak isterdim.
Şöyle neşeli bir öykü yazmayı çok özledim, hiçbir sorunun kenarından geçmeyen.
Serin nevresimlere yazayım kadınları, ip askıları omuzlarından düşsün, sütyen şakaları yapılsın, bardakları dolup boşalsın, ne anaç olsunlar ne de mağdur.
Alabildiğine kuralsız hatta tabu deviren.
Müstehzi baksınlar, göz göze geldiğini yaksınlar. Ağızlarına yakışsa da yakışmasa da yazayım tırnak içinde dillerinden dökülenleri.
Çok isterdim katledilenlere olan sorumluluk duygusu yerini adalete bırakıp özgürleştirsin bizi.
Bir seyahate çıkmış olmak isterdim, kaçmış, göçmüş olmak değil, bir şehri, bir kültürü tanımak için gitmek ve sokağımı, mahallemi, evimi özlemiş olarak dönmek.
Oradaki hayata kısacık dahil olmak isterdim, insanlar ne okuyor, ne yiyor, nasıl eğleniyor…
Bunu yazınca mesela, eleştiri oklarına hedef olmamak isterdim. Kavganın ekmek ve soğana indirgenmemesini isterdim.
Bunca mücadele, bu hayatta sırf karın doysun, beden donmasın diye olmasın da her bir insan, insan gibi yaşayabilsin, hayaller kursun ve bazıları muhakkak bir ömürde gerçek olsun isterdim.
Keyif, neşe, seyahat, sanat, edebiyat, lezzet, zevk, spor, muhabbet insanlığa dair.
Sürekli daha beter bir acı ile yüzleşildiğinden, hayatta kalmanın yük, kahkahanın çekilmez, her zevkin lümpen, burjuva sayılmadığı bir ortam isterdim. Vicdan ağırlığı olmadan bir hayat ne hafif olurdu kim bilir? Akışında böyle, her şey olması gerektiği gibi, baktığımız tek yer ilerisi.
Herkesin keyfe erişebildiği bir hayat hayal ederim.
Neden bir işçi tuşlu telefona yakıştırılsın, neden emekçiye bir kahve çok görülsün, neden memur çocukları yaz tatili yapamasın, biz neden başka bir ülkeyi, bir şehri merak edemeyelim, gidip görmeyi hayal bile edemeyelim?
Biz neden kiloyla salkım domates yeme hakkına indirelim talepleri, biz neden özgürlüğü fikirlerimizden ötürü tutuklanmamak sanalım sadece?
Biz neden asgari ücreti hayatta kalmak üzerinden hesaplayalım, yaşamak dediğin iş-yemek-banyo-uyku mu?
Fiyatına göre mi seçilir kitaplar, neyi okumak istediğine göre mi?
Herkes her istediği kitabı edinmekte özgür olmasın mı?
Konser herkese hak değil mi? Bilet fiyatı yüzünden çok isteyip de dinleyememek reva mı?
Para bitince internet hiç biter mi? İnternetsiz şuradan şuraya adım atılır mı?
İnsanın başarısı zeka, çalışkanlık ve yetenekle gelmez mi? Böyle insanlar sırf eğitime ulaşamadığından, bir partiye sırtını dayamadığından vasıfsız işte harcanır mı?
Bize yine yeni bir kara kış geliyor.
Bize tehditler, hakaretler, azarlar, küfürler, beddualar geliyor.
Her şeye zam, bize yoksulluk geliyor.
Bu yalan, dolan, talan üzerimize çok geliyor.
“Bilumum muhalifler, hepinizin canı cehenneme” buyurmuş başdanışman; bu hayat bize zaten cehennem geliyor.
Biz başka bir alem isteriz.
Yüzdük yüzdük kuyruğuna geliyor.
Mantığı cebimize, öfkemizi elimize, aklımızı başımıza alıp elimizi taşın altına koyalım, tüm ezberleri bozup beklenti çıtasını artık yükseğe koyalım.
Soğan kavgasıyla bu kaçıncı sene?
Taktın demeyecekseniz yine Bataille’den gelsin:
“Kefaret ödendiğine göre, hayatı hiçe sayan gülümseyişler boy göstermelidir.”
Ha gayret be!
Evrensel'i Takip Et