04 Aralık 2021 04:24

Kendini tekrar eden haberler!

Fotoğraf: Fransız Postası filminden bir kare 

Paylaş

Wes Anderson’un gerçek hayattan emanet alınan karakterler ve mekanları, masalsı ve gerçeküstü bir forma taşıyıp insanlık hallerine dair sözler sarf ettiği yapımlarına bir yenisi daha eklendi. Bu yıl Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan yeni filmi “Fransız Postası” (The French Dispatch) yönetmenin sinemasının bütün alametifarikalarını taşırken, eski usul gazeteciliğe de övgü düzmekten geri kalmıyor.

Wes Anderson’ın Roman Coppola, Hugo Guinness ve Jason Schwartzman’la birlikte geliştirdiği bir fikirden hayata geçirilen “Fransız Postası”, The New Yorker dergisinde yayımlanmış gerçek makalelerden esinlenen dört hikayenin yorumlanmasıyla ortaya çıkmış. Kansas merkezli hayali bir gazetenin yine hayali bir Fransız kentindeki şubesinde yer alan Amerikalıların peşine düştüğü haberlerin izini, aşina olduğumuz üslubuyla anlatmaya soyunuyor bir kez daha Anderson. Bu hayali dergide haber peşinde koşan yazarların gerçek isimleri çağrıştırdığını da eklemeliyiz. Örneğin Yemek Yazarı Roebuck Wright daha ilk sahnede James Baldwin’i getiriyor akla. 1968 mayısında Paris’te The New Yorker adına bulunan Mavis Gallant’tan izler taşıdığı ifade ediliyor Frances McDormand’ın canlandırdığı Lucinda Krementz karakteri için.

“Fransız Postası”nı izlerken iki farklı düşünce yerleşiyor insanın aklına. İlk olarak ağırlıklı olarak ’60’lı yıllara dönük bu bakışta, bugünün güncel sorunlarının da izini görebiliyoruz. Kentsel dönüşümden gençlik hareketlerine, Vietnam Savaşı’ndan güncel sanat tartışmalarına kadar bugünün kültürel/ siyasal gelişmelerine etki eden alanlara dair ‘gazeteci’ gözlemleri görme fırsatı buluyoruz. Bill Murray’in canlandırdığı yayın yönetmeni karakterinin haberleri oluşturmadaki maharetine, gazetecilerin kendi alanlarındaki uzmanlığına içlenerek bakıyoruz. En azından bizim kuşağın gazetecilikte hiçbir zaman sahip olamadığı zaman ve olanak bolluğuyla yaratılan içeriklerin cazibesine kapılmamak elde değil. Üstelik bütün bunlar Wes Anderson’un renkli (bazen siyah beyaz) dünyasıyla çıkıyor karşımıza. Ki filmin sıkıntılı tarafı da burada başlıyor kanımca.

Yönetmenin 2018 tarihli animasyonu “Köpek Adası”ndan önce çektiği son kurmaca filmi 2014 tarihli “Büyük Budapeşte Oteli” için şöyle yazmışız vakti zamanında: “Sinemada aynı estetik bakışı, hikaye biçimini, karakter formatını sürdürmek büyük risk. Bir noktada tekrara düşme, önceki filmlerinizi tekrar etmeye başlama ihtimali çok yüksek. Bunun için Tim Burton iyi bir örnek olarak gösterilebilir. Son on yılda ürettiklerinin çoğu, ilk dönem filmlerinin kötü türevlerinden başka bir şey değil ne yazık ki. Aynı ‘risk’ Wes Anderson için de geçerli. Özellikle 2001 tarihli ‘Tenenbaum Ailesi’nden ‘Suda Yaşam’a oradan da ‘Moonrise Kingdom’a uzanan çizgide birbiriyle tutarlı bir estetik form, hikaye örgüsü ve karakterler üretti. ‘Büyük Budapeşte Oteli’ ise bütün bu bileşenlerin tek bir formun içinde en başarılı şekilde buluştuğu, Anderson’un bütün alametifarikalarını gösterme şansı bulduğu yapım olmuş.”

İşte yıllar önce dikkat çektiğimiz ‘Gelecekteki olası risk’ bugün gerçekleşmiş görünüyor bir bakıma. Bu da bizi izlerken aklımızda geçen ikinci düşünceye götürüyor. Filmin ilk 15-20 dakikası en küçük ayrıntısı bile tasarlanmış sahnelere hayranlıkla geçtikten ve bu etki azaldıktan sonra geriye “Ben bu filmi görmüştüm” hissi kalıyor bir bakıma. Her ne kadar filmin dört ayrı makaleden dört ayrı hikaye çıkarması klasik film anlatısını kırdığı için seyirci ilgisini diri tutmayı başarsa da (Her anında böyle olduğunu söylemek de güç) alttan alta “Yapıyorum çünkü yapabiliyorum” kibri de sezilmiyor değil. Her filmde birbirini tekrar eden estetik uzmanlık, yönetmenin imzası olabileceği gibi giderek vasatına da dönüşebilir. Üstelik Wes Anderson gibi çok yetenekli isimlerden hep daha iyisinin beklendiği düşünüldüğünde vasata meyil daha akla yatkın hale gelebiliyor. Burada zaman zaman içeriğe galebe çalan bir biçim ve bu biçimi desteklemek için karikatürize bir hale bürünmüş karakterlerle karşılaşıyoruz maalesef.

 “Büyük Budapeşte Oteli”nin yıldızları Bill Murray, Edward Norton, Owen Wilson, Willem Dafoe, Adrien Brdoy, Tilda Swinton, Saoirse Ronan, Jason Schwartzman  (Sayamadıklarım vardır) gibi isimlerin bu filmdeki varlığı bile bir tekrarın işareti sayılabilir. Bu isimlere Liev Schreiber,  Benicio Del Toro, Frances McDormand, Timothée Chalamet, Jeffrey Wright ve Christoph Waltz gibi isimler de eklendiğinde yıldızlar karmasına dönüşüyor film.

Toparlarsak. “Fransız Postası”, Wes Anderson filmi gibi bir film. Yani kusursuza yakın bir görsel tasarımın içinde tanıdık karakterlerin başka bir hikaye anlattığı “Bir Wes Anderson filmi” daha. Bu toplamın seyirciyi tatmin edeceği kesin. Ama artık bir heyecan yaratmayacağı, “Biz bu filmi görmüştük” hissi vereceği gerçeğinin altını da çizelim kalınca.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa