22 Aralık 2021 04:36

Toplumsal cinsiyet karşıtlığının ekonomi politiği

Onur yürüyüşü

Arşiv | Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Agnieszka Graff ve Elżbieta Korolczuk Toplumsal Cinsiyet Karşıtı Siyaset ve Popülizm adlı çalışmalarında güncel sağ popülizmin en can alıcı özelliğinin neoliberalizme karşı kitlelerin korku, utanç ve öfke gibi duygularını seferber etmek olduğunu ileri sürüyorlar. Bu argümanda solun strateji ve taktikleri açısından önem taşıyan iki soru var: Bir, sağ popülizmin neoliberalizm eleştirisinin nasıl karşılanacağı; iki, duyguların nasıl seferber edileceği.

Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için baştan belirteyim: Sağ popülizmin neoliberalizmi eleştirdiğini, neoliberalizmden kaynaklanan dertleri örgütlediğini öne sürmek onun neoliberalizme karşı çare sunduğunu, kapitalizme bir alternatif olduğunu söylemek anlamına gelmez. Ancak sağın solun alanına bir hamle yaptığını, solun araçlarını elinden almaya çalıştığını, solu tasfiye etmeyi hedeflediğini gösterir. Bu yeni bir olgu değildir. 1920’li ve 30’lu yılların faşist hareketleri bize sağın nasıl kapitalizm eleştirisine yönelebileceğini -tüm sonuçlarıyla beraber- göstermiştir. Bugün sağ popülizm yirminci yüzyılın faşizmi gibi kapitalizm eleştirisini komplo teorileri eşliğinde sunuyor. Halihazırda siyasi kültürde var olan düşman imgeleri güncellenerek mevcut ekonomik ve siyasi sorunların baş müsebbipleri ilan ediliyorlar. Sağın bu hareketini doğru yorumlamanın içinde bulunduğumuz momenti anlayabilmek için çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Graff ve Korolczuk’un çalışmaları bu bağlamda kadın ve LGBTİ+ haklarına yönelik sağcı hamlelere dair kafa açıcı ipuçları sağlıyor. Yazarlara göre toplumsal cinsiyet karşıtı söylem en iyi neoliberalizmin sosyo-kültürel bir eleştirisi olarak anlaşılabilir. Popülist sağ, neoliberalizm kelimesini ağzına bile almaz, neoliberalizmin sosyo-ekonomik dinamiklerine asla değinmez. Adaletsizlik ve sömürüyü ifşa eden sosyo-ekonomik bir eleştiri yerine ahlak ve duyguyu önceleyen kültürel bir eleştiri sunar. Neoliberalizm yerine bireycilik veya tüketimcilik kavramlarını öne çıkarır, feministlerin vurguladığı bakım krizi yerine aile krizinden bahseder. Bu kültürel eleştiri içinde aile otoritenin (sağın diliyle “milletin”, “devletin”, “ahlakın”) yeniden ihya edildiği, onarıldığı, yeniden doğduğu bir kurum olarak yüceltilir. Kapitalizmin kendi yıkıcılığını aşmak için mülkiyetin beşiğine dönmesi de yeni bir durum değil aslında. On yedinci yüzyıldan beri siyaset teorilerinin nasıl toplumsal sözleşme kuramlarıyla cemaatçi kuramlar arasında gidip geldiğini gözlemleyenler için siyasi istikrar ve güvenlik adına ailenin (yani baba otoritesinin) seferber edilmesinde şaşırtıcı bir durum yoktur.

Bu minvalden bakıldığında toplumsal cinsiyet düşmanlığını salt dinci bir söylem olarak değerlendirmek çok eksiktir. Evet, Vatikan güncel toplumsal cinsiyet düşmanlığında başı çekmiş, 1994 Kahire Nüfus ve Kalkınma Konferansı ve 1995 Pekin Kadın Konferansı belgelerindeki toplumsal cinsiyet terimine muhalefeti etmiştir. Uluslararası platformlarda bu belgelerdeki kadın haklarına karşı muhalefeti örgütlemiştir. Ancak gelinen noktada bu örgütlenme Roma Kilisesi’ni çoktan aşmıştır. Graff ve Korolczuk’a göre üç faktör toplumsal cinsiyet karşıtlığını dini çevrelerden siyasi çevrelere taşımıştır:

1) Sosyo-ekonomik faktör: 2008 ekonomik krizi ve sonrasında neoliberalizme karşı gelişen tepkiler.

2) Politik faktör: Solun krizi (neoliberalizmin ürettiği dertleri, sıkıntıları, şikayetleri örgütleyememesi) ve mülteci kriziyle beraber yükselen sağ popülizm.

3) Teknolojik faktör: Sosyal medya ve online platformların sunduğu yeni örgütlenme olanakları.

Bu faktörleri etkili bir şekilde kullanan popülist sağ 1970’ler ve 80’lerde feministlerin yaptığını taklit ederek uluslararası ve ulusötesi ittifaklar kurarak, jeopolitik bir etki alanı kazanıyor. Bu olgunun önümüzdeki dönemde ne gibi yeni dengelere yol açacağını göreceğiz. Ancak süreci edilgen bir şekilde seyretme lüksümüz yok. Nitekim Graff ve Korolczuk’un çalışmalarının gösterdiği gibi toplumsal cinsiyet meselesi bugün kapitalist sistemin çelişkilerinin billurlaştığı, siyasi mücadelenin yoğunlaştığı bir alandır. Sağ popülizmin kadın ve LGBTİ+ haklarını liberal elitlerin uluslararası bir komplosu olarak tanımlayarak kitlelerin duygularını seferber etme çabası özünde sosyalizmi tasfiye girişimidir. Tarihten bildiğimiz kadarıyla böyle girişimler tüm insanlık açısından büyük felaketlerle sonuçlanmıştır. Sağın bu hamlesinin nasıl karşılanacağı, ne gibi karşı hamlelerin yapılacağını düşünmek tüm demokrasi cephesi açısından ertelenemez bir sorumluluktur.

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa