Matrix evreninde bir hata ya da dejavu
The Matrix Resurrections afişi
Not: Bu yazı filmin sürpriz gelişmelerini ele verebilir.
Wachowski kardeşlerin “The Matrix” filmi, 1999 yılında gösterime girdiğinde sinema tarihinin kilometre taşlarından birisi olacağı anlaşılmıştı aslında. Yalnızca, dijital teknolojideki gelişmelerin aktarılması açısından değil, bu gelişmelerin ve dönemin “felsefi karmaşası”nı da filmin merkezine oturtmayı başardığı için büyük tartışmalar yaratmıştı yapım. Sovyetler Birliği’nin çözülmesi sonrası, kapitalizmin vadettiği sonsuz mutluluğun boş çıktığı bir dönemde bu yeni dünyayı anlamanın eşiğindeki insanlığın karmaşasını da anlatıyordu bir bakıma film. “Matrix” evreninin felsefe alanındaki etkisi bir yana, sinemada ‘dijital çağa giriş’ kapısını aralayan yapım olarak yerini aldı.
2003 yılında altı ay arayla gösterime giren diğer iki film, “The Matrix Reloaded” ve “The Matrix Revolutions” hem ‘felsefi’ hem de ‘sinematografik’ olarak hayal kırıklığı yaratsa da toplamda 1.5 milyar dolar aşan gişe başarısı yapımcıların bu eleştirileri ihmal etmesine yetmiş olmalı. Serinin son filminin vizyona girdiği 5 Kasım 2003 tarihinde kaleme aldığımız yazıda hikayenin teknolojinin zararlı unsurları temizleyip ‘barış içinde birlikte’ yaşama hayaliyle bittiğini yazıp eklemişiz: “Ta ki, bir süre sonra yine ‘dahi’ yönetmenlerden birisinin yeni bir savaşı başlatmasına kadar. Ya da kim bilir, Terminatör ya da Neo yeniden ekranda zuhur eder ve teknoloji ile insanoğlu arasındaki ‘uzlaşmaz’ çelişkiye bir son verir.”
Arada “Terminatör” birkaç kez daha ekrana zuhur etti ve bu serinin bir hayranı olarak üzülerek söylemeliyim ki, hepsi de hayal kırıklığıydı. Bu acımı başka bir yazıda paylaşırım. Bu hafta itibarıyla gösterime giren “The Matrix Resurrections”tan bahsedelim biraz. Farkındaysanız, bir başka acının kapısını açmamak için filme gelemiyorum bir türlü! İlk serinin sonunda kız çocuğu Sati, Kahin’e “Neo’yu tekrar görebilecek miyiz?” diye sorar. Kahin “Evet, bir gün” diye cevap verir. Oysa Neo ve Trinity ölmüşlerdir. İşin aslının öyle olmadığını öğreniyoruz yeni filmde. Neo, insanlık ile makineler arasındaki barışı sağlamış, Matrix evreninden çıkmak isteyenler kendilerine yeni bir kent kurmuştur. Ama barış uzun sürmez. Neo ve Trinity yeniden Matrix’in kapsülleri içine hapsedilmiştir ve sanal dünyalarında yaşamaktadırlar. Lana Wachowski’nin David Mitchell ve Aleksandar Hemon ile birlikte yazıp yönettiği film açılışta, ilk filmin aksını izliyor bir bakıma. Kahramanımız Neo olmazdan önceki kimliği Thomas Anderson adıyla hayatına devam etmiş. Diğer üç filmin hikayesini konu alan bilgisayar oyunları sayesinde milyon dolarlar kazanmıştır. Geçmişi hakkında hiçbir fikri yoktur. Bu giriş bile ilk üç filmin bütün birikiminin ve söyleminin bir anlamı olmadığını ifade ediyor aslında.
Kanımca bu yeni film hakkında en fikir verici bölüm, Thomas’ın yeni bir Matrix oyunu yazmak üzere çağrıldığı toplantıdaki sözlerde gizli. Bu toplantıda Thomas’a oyunların pazarlamacısı Warner Bros, şirketinin yeni bir oyun istediği, bunu yapmazlarsa kendilerinin duruma el atacakları söyleniyor. Bu sanki Lana Wachowski’nin “Neden bu filmi çektik” diye seyirciye izahat ettiği bölüm. “Yani biz yapmasak, kendileri zaten yapacaktı, bari biz yapıp eğlenelim biraz” deniyor. Thomas, adı Tiffany olan evli ve iki çocuklu Trinty’nin gittiği kafeye her gün gidip onu görür ama niye bunu yaptığını bir türlü anlayamaz vb. Neyse, vakti zamanında yazıp sanal alemlere bıraktığı bir kodun Matrix evreni dışında yaşayan ve mücadeleyi sürdüren yeni bir ekip tarafından keşfedilmesinin ardından tıpkı ilk filmde olduğu gibi Neo yeniden oyuna dahil oluyor. Bir süre sonra hafızası geri gelen ve Matrix evrenindeki tüpten kurtulan kahramanımız, sevgilisini kurtarmak için harekete geçiyor ve bundan sonrası bol aksiyonlu, yer yer komik (Ama komik olmaya çalışmadığı halde komik) bir hal alıyor.
Yeni Matrix hakkında söylenebilecek en naif şey: “İzlerken sorun yok ama bitince ne gerek vardı dedirtiyor” olabilir. Halbuki Matrix evreni içinde bulunduğumuz çağda genişlemeye o kadar müsait ki! Dönemin kendisinin ‘hakikat sonrası’ (post truth) olarak adlandırıldığı bir zamandayız. İnsanların sosyal medya personaları ve gerçek kimlikleri arasındaki uçurumun giderek açıldığı bir ‘matrix evreni’ söz konusu. Yani 20 küsur yıl yaklaşmakta olanı öngörüp, bugün olanı anlatmamayı tercih etmek ele gelen fırsat tepmek gibi olmuş kanımca. Tabii bunda, bu işe kafa yoranların sıkça dikkat çektikleri Hollywood’un geldiği durumu da eklemek gerekiyor. Bugün olsa Matrix gibi bir proje çekilebilir miydi? Bu soru, ’90’lı yıllar boyunca Hollywood’da çekilebilmiş birçok ‘ana akım’ için de sorulabilir. Sadece bu filmin vizyona girdiği 1999 yılına bakmak bile yeterli. “Dövüş Kulübü”, “Gözleri Tamamen Kapalı”, “Hayalet Süvari”, “Amerikan Güzeli”. Bu filmlerin çoğunu gündeme almak bugün için imkansız görünüyor. O yüzden Matrix gibi bir Matrix filmi yerine, Marvel estetiği ile bezenmiş bir yapım reva görülüyor bizlere. Yani serinin ruhuna uygun felsefi bir tanımla söylersek, büyük yapımcılar “Aynı nehirde iki kez yıkanmıyor” belli ki!
Seriyi takip edenler bilir dejavu Matrix evreninde dalgalanmaya, kısa devreye tekabül ediyordu. İşte bu film de mecazi anlamda bir kısa devre olarak kabul edilebilir. Kelimenin gerçek anlamında ise “Biz bu filmi görmüştük. Hatta daha da iyiydi” dedirtiyor maalesef.
- Uçucu bir peri masalı 02 Kasım 2024 04:15
- Altın Koza ve kronik festival problemleri 05 Ekim 2024 04:30
- Dibini görmeyen... 31 Ağustos 2024 04:25
- Silahlı kuvvetler sermayeye hükmetmeye yelteniyor! 10 Ağustos 2024 04:50
- ‘The Boys’ evreni nasıl kuruldu? 03 Ağustos 2024 04:15
- Roma’nın gurbet kuşları! 27 Temmuz 2024 04:25
- En güzeli uzaktan sevmek belki… 20 Temmuz 2024 04:42
- Analardır, adam eden adamı! 13 Temmuz 2024 04:40
- Amerika kimin rüyası? 06 Temmuz 2024 04:46
- Türkiye’nin film festivali rejimi 11 Mayıs 2024 04:15
- Müslüm’ün yapımcısından: Amy Winehouse! 04 Mayıs 2024 04:37
- Dublörün derdinden dublör anlar 27 Nisan 2024 04:15