Amatör sinopsis

Don’t Look Up (Yukarı Bakma) filmini izledim geçen hafta.

Oyunculukları klişe bulan olmuş, ben kasıtlı yapıldığını düşünüyorum. Zira anlatılan her şey, her an yaşadığımız ama pek dile getirilmeyen klişelerdi.

Kısaca birkaç cümlede açıklanabilir bir konusu var: Dünyaya bir kuyruklu yıldız çarpacak, 6 aylık ömrü kalmış gezegenin. Bilim insanları iktidarı, halkı ve sermayeyi durumun ciddiyetine ikna edemiyor hatta süreç içinde popüler kültür bazılarını yutuyor. Kapitalizm dünyaya kaybettiriyor.

Dünyaya çarpacak olan kuyruklu yıldız, iklim krizine binaen bir metafor olarak kullanılmış.

Filmin bende bıraktığı his ise: “Şerefsizim aklıma gelmemişti, ben neden senaryo yazmıyorum ki?​” oldu.

Bu pazar şöyle bir sinopsis deneyeceğim izninizle, yazım tekniğindeki hatalar için şimdiden profesyonel senaristlerden özür dilerim.

***

Olaylar coğrafi konumu belirsiz ve ismi bilinmeyen bir ülkede geçer.

Filmin giriş bölümünde ilk yedi ila on dakika boyunca, solda bir takvim hızla akarken biz o ülkenin günümüze kadarki macerasını izleriz.

Bu giriş oldukça hızlı akan görüntülerden oluşacak, izleyicide “vay be neler yaşanmış hissi” uyandıracak, adeta hızdan sarhoş edecek, klişelerden ve popülist imgelerden kaçmayacağız:

Saraylar, kağnılarla taşınan mermiler, fraklı erkekler, statlarda binlerce gencin estetik, sportif faaliyetleri, dünya ülkelerinden çocukların kucaklaştığı tören görüntüleri, dağdan aşağı atılan insanlar, bir bomba uçağında gülümseyen kadın pilot, toz duman, büyük bir yas sahnesi, sonra nikah yüzüklerinin devlete teslim edildiği bir sahne, uzun kuyruklar, tahta sandalyelere oturmuş köylülerin tiyatro izleyişleri, dağ başında bir yerde halkın sıva ve tuğlalarla bina inşa edip kapısına okul tabelası asması, fabrika bacaları, kalabalık eylemler, çeşitli çatışmalar, tanklar, boş sokaklar, cezaevi bahçesinde bir örnek giydirilmiş, işkenceye uğramış insanlar, idam sehpası, aniden garip giysili şarkıcılara geçiş, kalabalık konser görüntüleri, sürekli kanal değişen bir televizyon görüntüsü, her ekranda ayrı bir magazin hissi, holiganlar, ıssız yolda beyaz bir araba, yanan evler, beyaz yemenili kadınlar, dini ritüel olduğu anlaşılan bazı sahnelerden şık balo sahnelerine geçişler...

Ekran kararacak, ekranda çizgiler belirecek, sallantı hissi ile birlikte o kısa “es”i bir gümbürtü bozacak. Korkunç bir deprem sonrası izleyeceğiz 1 dakika boyunca yaklaşık 60 farklı karede.

Ağlayan yaşlılar, betonlar altında bir oyuncak, otobanda peş peşe giden dozerler, vinçler, çadırlarda oraya ait olmadığı anlaşılan insan görüntüleri, sırtında gönüllü yazan başının üzerinde lamba takılı yüzlerce insan, sonra havada uçan bir kitapçık göreceğiz, döne döne uzaklaşırken üzerindeki Anayasa yazısını ancak dikkatli izleyici görebilecek.

Hafif bir müzikle bir evin salonuna geçeceğiz. Solda akmakta olan takvim 2001’de durarak evin salonundaki duvara yerleşecek bu geçişte.

Sersemletici giriş geride kaldı.

Genç bir kadın sabahlıkla oturmaktadır. Elindeki marulla beslediği büyük kaplumbağaya sessizce fısıldar “İkimiz de bir gecede işsiz kaldık. Morali iyi değil, taze marula hasret kalabilirsin ama sen neler atlattın, bunu da atlatırsın.” der.  Kamera kaplumbağaya yaklaşır. Film boyunca dinleyeceğimiz dış ses, bu bilge kaplumbağanın iç sesi olacaktır. Film boyunca onlarca karakter ile karşılaşacağız ancak tek ana karakterimiz var, o da tarihe tanıklık etmiş iki yüzüncü yaşını çoktan geride bırakmış kaplumbağamız.

Evin koridorunda genç bir adamın pijamalı bacakları görünür. Kadının yüzünde dehşet bir ifade belirir.

“Aşkım, saçların...” Kamera adama döner, adam ellerini saçlarına atar ve “ne var?​” dercesine bakar. Yüzünden henüz otuzuna gelmediği belli olur, kamera geniş açıya geçtiğinde saçlarının bembeyaz olduğunu görürüz.

Kaplumbağa ülkedeki ekonomik krizin siyasi sonuçları üzerine tahminlerini anlatır. Bu arada kaplumbağanın kafesinin önünde yer alan pencereden seçim bayraklarının caddelere asıldığı görülür.

Seçim lafını ilk kez filmin henüz 15. dakikasında duyarız.

Televizyon açıktır, ekranda filmin ana karakterlerinden birini görürüz. Parmağındaki yüzüğü göstererek tek varlığının bu olduğunu, yoksullukla, ayrımcılıkla mücadele edeceğini anlatıyordur.

Kaplumbağa “Ömrümde kaç kere aynı senaryoyu izleyeceğim acaba? Yirmi sene sonra altınlarını tartmaya tır kantarı yetmeyecek.” der.

Filmin ilk ve tek yavaş tempolu sahnesi burası.

Buradan sonraki 60 dakika boyunca çeşitli halk kesimlerini izleyeceğiz. 

Etnik kökenler, dini inançlar, sekülerler, liberaller, sosyalistler, aktivistler, LGBTİ+ bireyler, kadınlar...

Her kesimi bir ana karakter üzerinden tanıyacağız. Bazı olayların da bu farklı ana karakterler cephesinden nasıl göründüğünü izleyeceğiz. Kimi noktalarda aynı cümleleri kurduklarına şaşıracağız. Ama asla aynı anda aynı karede aynı cümleyi kurduklarına şahit olamayacağız. Hepsinin gündemi kendine has olacak. Seyirci tırnaklarını avuçlarına batıracak izlerken.

Seyircinin her bir ana karakterle özdeşleşmesini, sempati duymasını sağlayacağız. Ancak filmin bu 60 dakikası boyunca tüm ana karakterler ya tutuklanacak ya öldürülecek ya ülkeden gidecek ya da seyirciyi bir yükseltip bir hayal kırıklığına uğratır hareketlere bürünecek.

Bu 60 dakika boyunca ekrana gelecek olan deprem, yangın, sel, yol yapım, savaş, patlamalar, operasyonlar, cinayetler, orman kesimi, narkotik operasyonları, mafya ilişkileri, inşaat ve ihale sahnelerinde ana karakterlerin yaklaşımlarını birkaç cümle ile duyacağız ama tüm çıplaklığıyla gerçeği kaplumbağanın iç sesi bize anlatacak. 

Bu bölümde tam 14 kere seçim çalışmalarını kaplumbağanın arkasındaki camda göreceğiz. O kadar sık seçim lafı geçecek ki bu seyirci açısından bir durum traji-komedisine dönecek.

Seyirci, seçim bayraklarının asılışının son dört defasında artık filmin sonu geldiği kanısıyla farklı bir sonuç umacak, filmdeki iyi karakterler üzerinden bir zafer umut edecek ancak her seferinde yönetmenin aynı sonucu bu kadar tekrarına şaşırarak yerine oturacak. Heyecanı defalarca boşa çıkaracağız ki Lars Von Trier’in Dogville filmindeki etki oluşsun, seyircinin beynine iyice kazınsın bu sonuçsuzluklar.

Her seferinde söylemler o kadar absürtleşecek ki sonuncuda televizyondaki tartışma programından Tanrı’yla canlı bağlantı yapıldığını ve sunucunun “Gerçekten teksiniz değil mi? Yani mesela a’federsiniz diğer dinlere de siz mi bakıyorsunuz?​” dediğini duyacağız. “Sümme haşa sorgulamak gibi olmasın ama son emirlerinizdeki amacınızı sevgili seyircilerimizle paylaşabilir misiniz?​”

“Hatta kalır mısınız yüce rabbim, yayına sayın bakanı da bağlıyoruz, yanıt hakkını kullanacak.”

Son yarım saate yine aynı ev ve kadın ile gireceğiz.

Tempo ilk sahnedeki kadar ağır olmasa da yavaşlayacak.

Kadını lime lime bir marulla kaplumbağayı beslerken göreceğiz. Duvar kağıtları yırtılmış, tavan sararmış, eşyalar televizyonun tüpsüz olması hariç aynı. Görüntü yoksulluk kokacak.

“Senin marulun için sağanak yağmurda pazarın dağılma saatine yetiştim. Pörsük biliyorum ama bunun için bile kadının biriyle kapışmam gerekti. Keşke sen olsaydım.

Bak işsizliğimin kaçıncı yılı, cezaevi yollarında kaçıncı senem. En uzun kaç sene aşık olmuştun acaba sen? Hayatımın kaç senesi uzaktan sevmekle geçecek? O, duruşma salonunda yalana yalan deyip dimdik durdukça her seferinde yeniden aşık oluyorum. Keşke sen gibi yüz yılımız daha olsaydı ya da kaybolan yıllarımızı geri verseler bize.”

Kaplumbağanın yüzünde bir müstehzi bir gülümseme hissetmemiz lazım bu karede.

Filmin finalinde, seyircinin tam da bıçağın kemiğe dayandığını hissettiği ve film klişeleri uyarınca mutlu sona hazırlandığı noktadaysa evin kapısı kırılır. Kadın yere yatırılarak arkadan kelepçelenir.

Bu esnada hayatta ve dışarıda kalan farklı kesimleri temsil eden karakterlerin, yan rollerin ve hatta figüranların da x4 hızda gözaltına alınma sahnelerini izleriz.

Filmde güvenilir liman görülen tüm mekanlara, kurumlara aynı şekilde girilir. 15. kez kaplumbağanın camına seçim pankartları asılır. Bu defa tek renktir, tek çeşit. Kaplumbağa kafesinde ölmüştür açlıktan. Evde onu besleyecek kimse kalmadığından. Ülke haritasında illere zoomlar kamera, ilden okula, okuldan sınıfa, sınıftan sandığa.

Seçim sandıkları şeffaf, pusula zarfsızdır. Boynu bükük insanlar askeri ve kolluk güçleri arasından ayaklarını sürüyerek sandığa ilerlerler.

O ana kadar kimsenin haberi olmadığı anlaşılan devasa cezaevlerine giriş kuyruğu bir jenerik halinde akar. Tüm oyuncuların isimleri burada görünür.

Seyirci jenerikle birlikte film bitti sanarken solda takvim belirir, hızla akmaya başlar yeniden 2023-2024-2025-2026-2027-2028-2029-...-2045

Kuraklığı görürüz, ülke lideri altın renkli bir kürsüde antika bir mikrofona konuşmaktadır: “Dinimizde ibadet için su şart değildir. İçiniz temiz olsa yeter. Her kim ki su şarttır der, onun işte Tanrı korkusu yoktur” Onun bile yüzü toz içindedir. Gazete yoktur, ağaç yok, kağıt yok. Bir duvar yazısında “Dört yıldır oldu yıkanmayalı, başkan her ay duş alıyor” yazar.

Binalar dökülmüş, demirleri çıkmış, alt katları çökmüştür. 

İnsanlar deprem enkazlarında, duvarsız evlerde, 45 derece açılı zeminlerde yaşamaktadır.

Kırık bir televizyondan cızırtılı bir görüntü ülkeye inen farklı bayraklı uçağın haberini verir.

Kamera televizyondaki görüntünün içine girerek olayın yaşandığı alana götürür izleyiciyi.

İnsanlar uçağın tekerlerine tutunmaya çalışmaktadırlar. Düşen düşene...

Düşenlerden birine zoomlanırız, üzerinde 50-60 yıllık bir tişört vardır, üzerindeki desende tam da kendisinin düşerken ki halini görürüz.

Aslında finalde, tüm ana karakterlerin aynı cümleyi sarf ettikleri bir sahne düşünmüştüm. Kamera geniş açıya geçtiğinde hepsini yan yana görecektik.

Kamera daha da geniş plana geçtiğinde milyonlarca insanın coşkulu halini izleyecektik. Finalde kaplumbağa “Nadir de olsa bazen insanlık kazanır” diyecekti. 

Kütür kütür taze bir havuç yiyor olacaktı o çiftin kızlarının elinden.

Ama anlaşılan hayallerimiz, umutlarımız değil felaket senaryoları geçer akçe.

Gerçeğimiz farklı olsa keşke.

Yeni yılda mutlu sonlu filmler görebilmek umuduyla, hala inatla, umutla…

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Vergide sahte sefer

Vergide sahte sefer

Maliye Bakanı Şimşek’in servet sahiplerinin vergi ödememesine tepkiler üzerine ilan ettiği “vergi denetimi seferberliği”nden koca bir hiç çıktı. Müfettiş yetersizliği nedeniyle şirketlerin sadece yüzde 2’si denetlendi. Sınırlı denetimde bile kaçırıldığı tespit edilen vergi tüm şirketlerin ödediği kurumlar vergisinin yarısına erişti. Vergi yükü her zaman olduğu gibi bordro mahkumu emekçinin sırtında kaldı.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Suriye’de Aleviler hem katledildiler hem de “Esed artığı”, “mezhepçi fitne”, “provokatör” gibi suçlamalara maruz kaldılar.

Evrensel'i Takip Et