Kovıd-19 ve siyasal alan
Fotoğraf: Envato
Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneği (KLİMİK) ‘Omikron Tsunamisine Hazır mıyız?’ başlığını taşıyan duyurusunu “Omikron varyantının ülkemizde nasıl bir seyir izleyeceği kesin olarak bilinemese de toplumun ve bütün kurum ve kuruluşların olabilecek en kötü senaryoya göre hazırlıklarını bir an önce tamamlamaları sağlanmalıdır.” uyarısıyla sonuçlandırmıştı. Kuşkusuz bu uyarı siyasal alanı da ilgilendiriyor ve gelecek hafta omikron varyantının siyasete etkilerini değerlendirmeden önce KOVİD-19 pandemisinin ilk iki yılını hatırlamakta fayda var.
* * *
KOVID-19 ile geçen yıllar her şeyden önce bir demokrasi laboratuvarı işlevi gördü. Bir yandan olağan dışı bir duruma ne kadar hazır(!?) olduğumuzu gösterirken, diğer yandan siyasal ortamın temel özelliklerini de su yüzüne çıkardı. Herkes küresel düzeyde etkili bir bulaşıcı hastalığın, uygarlığı ve sürdürülebilir gelişmeyi tehdit eden bir tehlike olabileceği gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldı. Siyasal yaşam yerel, ulusal, küresel düzeyde etkilendi. Salgın, kapitalist demokrasinin ve onun içinde hayat bulduğu toplumsal dinamiklerin tüm eksikliklerini görünür kıldı. Derin bir belirsizlik fonu önünde, siyasal yapı, eylem ve çıktıların allak bullak olduğu bu dönemde, siyasal temsil kanalları tıkandı, siyasal sorumluluk takip mekanizmaları işlevsiz kaldı, siyasal sistemin kalbi olan meşruiyet düzeyleri daha da geriye gitti.
Gözlem ve yargılama yeteneğine sahip bireylerin kaderine sahip çıkma iştahını azaltan uygulamalara sıkça rastlandı. Yorucu bir sınırlılıklar ortamında, ‘Siyasal özneyi kamu çıkarı arkasına gizlenmiş siyasal iradeye tabi kılacak’ bir ortam yaratıldı. Siyasal rekabet ve katılım imkanları sınırlandırıldı.
Uluslararası siyasette, pandeminin otoriter ve fırsatçı eğilimlere sunduğu olanaklardan hayat bulan yönetsel ve diplomatik krizler gündeme geldi. Başta ‘Dünya Sağlık Örgütü’ ve ‘Birleşmiş Milletler Örgütü’ olmak üzere uluslararası mekanizmaların işlevsizlikleri bir kez daha gözler önüne serildi.
Ülkemizin siyasal koşulları, sıralanan sorunların daha da ağırlıklı bir biçimde hissedildiği bir ortam yarattı. Salgının bedelini iddia edildiği gibi tüm kesimlerin değil emekçilerin ödemekte olduğu gerçeğini kabullenmek yerine “Virüs ayrım yapmıyor!” ezberinin şekil verdiği bir algı yönetimi ile anlamsız ve işlevsiz yasaklamalar uygulamaya kondu. İstatistikler çarpıtılarak ölüm sayıları gizlendi, test sayısı sınırlanarak hasta sayısı düşük gösterildi, AVM’ler okullardan önce açıldı, karar organları kendi sorumlu oldukları konularda halkı suçlu ilan etti, aşı konusunda yerli-milli efsanelere öncelik verilerek gerçeklikten kopuldu, sağlık emekçileri alkışlanarak dışlandı; çalışma şartları ağırlaştırıldı ve özlük hakları kısıtlandı.
Algı yönetimi, salgın yönetiminin önüne geçti: Dost sayılan ülkelere Cumhurbaşkanlığı forsu ile süslenmiş destek kolileri gönderildi. Özel uçak ile kişi başına düşen gelir seviyesi bizden yüksek ülkelerden hasta tahliye edildi. Solunum gereci ve yoğun bakım yatak sayıları yarıştırıldı. İzlenimi kontrol etmek amacıyla araştırmalar izne bağlandı. Belli kurum ve görüşlerden akademisyenlerin önü açılarak başarı öyküleri anlatmaları/yazmaları sağlandı.
Fırsatın ganimet olduğu günlerde pandemi nedeniyle özgürlük alanı daraltıldı: Valiliklerce basın açıklamaları yasaklandı, sık sık temel hak ve özgürlükler askıya alındı, baroların yapısına müdahaleye tepki göstermek isteyen avukatların kitlesel yürüyüşü, madenci eylemleri ve HDP’nin ülke düzeyinde sürdürmek istediği kampanya, virüs bulaşma tehlikesi gerekçe gösterilerek engellendi. İstisnai durumun tanım ve etkisi giderek genişletildi ve pandemi mücadelesiyle açıklanması mümkün olmayan kısıtlamalara gidildi.
Eş zamanlı süreçte çifte standart içeren uygulamalar yapıldı: İktidar partisi il kongreleri, miting denilmeyen mitingler, Ayasofya’nın kitlesel yeniden açılışı, iktidar seçkinlerinin kalabalık düğün törenleri ve Yargıtay binası açılışı virüs yayılmasından “Muaf tutuldu.”
Türkiye’de pandemi yönetiminde belirsizliğin genişletilerek kullanıldığı, süreklileştirildiği ve tüm bunların algı yönetimiyle maskelendiği bir ortamda emekçiler açlık ve hastalık arasında bir tercih yapmaya itildi. Ücretli kölelik düzeni en yalın haliyle ortaya çıktı.
Eş zamanlı süreçte iletişim teknolojisindeki gelişmeyle gündeme giren gözetleme tekniklerinin yaygın kullanımıyla, internet ortamı bir kontrol alanına dönüştürüldü. Her türden ‘öteki’nin ezasının derinleştiği dönem, ataerkinin hegemonyasını genişletmek ve sağlamlaştırmak için bir fırsat sayıldı. Erkek egemen normlar sağlamlaştırılırken, erkek saldırısına uğrayanların çığlığı duyulmaz oldu.
- Ahmet Özer'in tutuklanması ve Kolombiya barış sürecinden dersler 03 Kasım 2024 04:32
- Fethullah Gülen'den sonra... 27 Ekim 2024 04:02
- ‘Çözüm’ü küçük çıkarlar için heder etmek 20 Ekim 2024 04:47
- ‘İç cephe’ çağrılarını 10 Ekim 2015’te yitirdiklerimizin fotoğraflarına bakarak düşünmek 13 Ekim 2024 04:47
- İsrail devleti terörü neleri örtüyor? 06 Ekim 2024 04:32
- Sağda birlik arayışları ve Kürtler 29 Eylül 2024 04:45
- Günay Kubilay'dan "Bir Kumpas Davasının Anatomisi" 22 Eylül 2024 04:00
- Narin… 15 Eylül 2024 04:51
- Reşit Kibar "Ne" için öldürüldü? 08 Eylül 2024 04:04
- ‘Barış’ emekçinin hayatına nasıl dokunur? 01 Eylül 2024 04:10
- ‘Kolektif Şiddet Siyaseti’ 25 Ağustos 2024 05:07
- Filistin kimin ‘dava’sı? Filistin kimin ‘dava’sı olmalı? 18 Ağustos 2024 04:50