Para ikamesi
Fotoğraflar: DHA&Unsplash | Kolaj: Evrensel
Halkımızın dolarizasyon olarak tanımladığı sürecin ekonomi bilimindeki teknik adı para ikamesidir. Halkımızın bu uygulamaya çok yatkın olmasının sebebi, ekonomi yönetiminin yetersizliği ve buna bağlı olarak halkın ulusal paraya olan güveninin sarsılmasıdır.
Geçmiş dönemleri bir tarafa bırakıp, günümüzdeki uygulamalara baktığımızda iki husus göze çarpmaktadır. Birincisi programsızlık, ikincisi ise ekonomik potansiyele aykırı yatırım, hatta harcama içine girilmesidir. Programsız ve ekonominin potansiyeli üzerinde yatırım ve harcama politika uygulanması aşırı lüks inşaat ve özellikle de bazı altyapı yatırımlarıdır. Bu yatırımların büyük bölümü 2000’li yılların başlarında ülkeye gelen bol yabancı tasarrufla yapılmıştır. Altyapı yatırımları uzun vadede kendisini amorti edebilen yatırımlar olduğundan, amortisman döneminde getirisiz ya da düşük getirili maliyet unsuru olarak görülür.
Söz konusu altyapı yatırımları doğal olarak istenen yatırımlardır ve topluma yararlıdır. Ancak, hizmet ne denli ihtiyaç olursa olsun, ekonominin kapasitesi aşıldığında, geri ödeme zorluğu ortaya çıkar. Bir ev ihtiyacı olarak düşünürsek, herhangi bir ihtiyacı olağan gelirimizle karşılayamıyorsak, borç alırız, fakat bu borç bir sonraki gelirimizle de karşılanamıyorsa, borç batağına ve faiz yüküne saplanırız. İşte, devlet işleri de çok geniş hacimli olmakla beraber, benzer anlayışla yürütülür. Devlet de dış sermaye ile yaptığı bir işin ödeme zamanı geldiğinde, yatırımın getirisi yoksa, yeni borçlanmaya gider. Böylece borç borcu tetikler ve sarmal şeklinde büyür.
Bu ifade arka plandaki gizli programı açık etmektedir. O da şudur; önce dışarıdan sağlanan fonlarla yatırım yapılmaktadır. Yapılan yatırımların bedelinin ödeme süresi geldiğinde de yine dış kaynaklara başvurulmaktadır. Meseleyi biraz daha açarsak, şöyle bir durumla karşılaşıyoruz. Söz konusu altyapılar, köprüler ya da hastaneler yabancı şirketler tarafından ya da onlarla ortaklık halinde yerli yabancı ortaklığı ile yapılmaktadır. Bu kavrama oldukça aşinayız, kamu-özel ortaklığı ya da yap-işlet-devret modeli bu fonların kullanım şeklidir. İktidar sözcülerinin bu tür işler yapılırken bütçeden bir kuruş dahi çıkmadığı ifadesini hepimiz biliriz. Üstelik bu ifade doğrudur. Peki, o zaman bugünkü borç batağına nasıl düştük, diye bir soru geliyor kafalarımıza.
Kamu-özel ortaklık ya da yap-işlet-devret modelinde imalat aşamasında bütçeden para çıkmamaktadır, zira firma kendi kaynaklarıyla üretimi yapar. Fakat yapılan iş işletmeye açıldığında belirli sürede belirli kâr miktarının sağlanması gerekir ki, firma yatırdığı paranın getirisini yüksek faiz haddine eşitleyebilsin. Aksi halde, firma söz konusu yatırımlara girişmeyip, parasını doğrudan nakit sermaye olarak faize yatırır. Kısacası, yabancı sermaye yapılan yatırımdan mutlaka kâr bekler ve bu kârın oranı da faiz haddine eşit, hatta mümkünse ondan da yüksek olmalıdır. Halbuki altyapı yatırımları 30 ya da 50 yıllar gibi çok uzun dönemler için tasarlanır ve yapılır. Ondan dolayı altyapı yatırımları özel sermaye ile değil, kamu kaynakları ile ve kamu zihniyeti ile yapılır. Kapitalizmin sıkışması sonucunda reel yatırımların kâr oranları düşünce, Batı sermayesi altyapı yatırımlarına ve bizim gibi ülkelere yönelirken yönetişim diye bir yatırım sistemi ve kavram geliştirdi ve bu yöntemle devletle beraber ya da devlet garantisinde devamlı ve kısa vadeli kâr sağlama peşine düştü. İşte bugün içine düştüğümüz çukur bu politikanın sonucudur.
Tüm yap-işlet-devret ya da kamu-özel ortaklığı modelleriyle yapılan yatırımlara verilen geçiş ya da hasta garantisinin mantığında, uzun vadede kâr edebilen hatta kâr dahi etmeden ancak başabaş noktasında kalabilen yatırımlara kısa vadede ve faiz oranında kâr sağlama amacı yatar. Bunun ekonomik açıdan anlamı, gelecek nesillerin gelirini bugünden tüketiyor olmamızdır. Fakat, iş bununla da bitmiyor. Gelecek nesillerin gelirleri bugün elimizde olmadığından tekrar faiz karşılığında borca başvuruyoruz. Bu da şu demektir ki, gelecek neslin gelirini olması gerekenden daha yüksek oranda şimdiden tüketiyoruz. Gelecek neslin söz hakkı olmadığından, siyasi örgüt iktidarını süsleyerek hakimiyetini sürdürebilmek için bugünkü neslin gelecek neslin gelirini yemesini teşvik ediyor. Bu durumda kabahat siyasi örgütte mi, yoksa bu sürece göz göre göre izin vererek, kendi çocuklarının gelecekteki servetine el koyan bugünkü nesilde mi? Halk bu karmaşık meseleyi düşünebilir mi? Hayır; ama, bugün içine düştüğümüz bu kuyunun derinliğini görüp, nasıl bir hata içinde olduğu konusuna biraz kafa yorması gerekmez mi, çünkü bu cehennem kuyusunun yansımaları maaşların erimesi, fiyatların yükselmesi ve dolarizasyon ile açıkça görülmekte değil midir!
Bu anlatılan bölüm Türkiye cephesinden alınan görüntüdür. Duruma bir de Batı ekonomileri cephesinden yaklaşırsak iş biraz daha vahimleşir. Söz konusu altyapı yatırımları ile Batı sermayesi kendisine bir iş alanı bulmuş olmaktadır. Bu iş alanının işletilebilmesi için de yine Batı finansal sermayesine baş vurulduğuna göre, bu kez de Batı kaynaklı finans sermayesi piyasada değerlendirilmiş olmaktadır. Batı sermaye kaynağı o denli uyanık ki, girdiği ülkede işleri piyasa riskine bırakmayıp, sırtını devlete dayayarak, peşin olarak kâr haddini garantiye almaktadır. Kısacası, siyasete halk desteği sağlayan yatırımlar Batı emperyalizminin ülkeyi pazar gibi kulanma ve soyma sürecidir. Modern emperyalizm ve soygun böylesi ticari ya da yatırım faaliyetleri ile sürdürülmektedir. Anlaşılamayan sömürü düzeyi içine düştüğümüz çukurun derinliğinden anlaşılmaktadır.
Böylesi borçlanma derinliği içeride ulusal para miktarını yükseltirken enflasyona yol açmakta, yeteri kadar ihracat yapamayıp, ithalat yaparken de döviz gereksinimi şiddetlenmektedir. Bunun anlamı şudur ki, görece döviz kıtlaşıp, ulusal para bollaştıkça dövizin fiyatı yükselmekte, yani döviz karşısında ulusal paranın değeri gerilemektedir. Ulusal paranın değerinin erozyona uğraması nakit olarak gelirimizi değiştirmeden, paramızın satınalma gücünü eriterek bizi yoksullaştırmaktadır, çünkü aşırı şekilde borç ödüyoruz. Bu durumda, insanlar eriyen paranın yerine sağlam paraya akın eder. Eriyen paradan sağlam paraya akış, tedricen fiyatların da alışverişlerin de yabancı para birimi ile ifadesine yol açar. Böylece, güçlü yabancı para zayıf ve eriyen yerli paranın yerine geçer.
Krizlerde ve borç ödeme aşamalarında yoksullar ve dar gelirliler en ağır yükü çeken kesimdir. Bunun sebebi de çok açıktır. Bu cehennemde yabancı paraya geçebilenler satınalma gücünü koruyabilir. Peki, kimler parasını dövize çevirebilir? Doğal olarak varsıl kesim parasını dövize çevirir ve dövizde tutarak reel gelir düzeyinin erimesine engel olur. İşte, bu süreçtir ki, ağır enflasyon dönemlerinde en ağır yükü dar ve orta gelirli gruplar ve yoksullar üzerindedir, çünkü onlar para ikamesi dışında kalır.
Anlayış ve siyasi idrak böyle olursa, kabahati biraz da kendimizde, hükümetin siyasi basiretsizliği yanında kendimizin de siyasi karar yanlışlığımızda aramamız gerekmez mi!
- Emek zulmü meselesi irdelenmelidir 21 Aralık 2024 04:36
- Ortadoğu: Bataklığın kan gölüne dönüştürülmesi 14 Aralık 2024 04:31
- Asgari ücret konusu hafife alınmamalıdır! 07 Aralık 2024 04:50
- Çöküş ivmesi durabilir mi, durdurulabilir mi? 30 Kasım 2024 04:51
- Sistemin sis perdesi: Bütçe tartışmaları 23 Kasım 2024 05:00
- Akılcılığa yöneliş 16 Kasım 2024 04:51
- TÜYAP konuşmaları 09 Kasım 2024 04:25
- Cumhuriyet halk rejimidir, fakat… 02 Kasım 2024 05:08
- Kaos 26 Ekim 2024 03:57
- Kevork Ağabey, müjde, oğlun Nobel aldı! 19 Ekim 2024 04:46
- Siyasi yalan 12 Ekim 2024 05:00
- İktidarın anayasa histerisine şiddetle karşı çıkılmalıdır! 05 Ekim 2024 04:33