‘Minik serçe’ meselesi

Sezen Aksu | Fotoğraf: AA
Kirvem,
Bir vakitler, “Padişahım çok yaşa…” nidalarıyla yeri göğü inletirken, daha sonraları, kahir ekseriyetini Mimar Sinan’ın yaptığı köprülerin altından akıp giden sularla birlikte ister istemez “devran” değişince, bu kez de, gerek yurdumuzun afakında, gerekse dünya ahvalinde yavaş yavaş, gıdım gıdım gelişen çeşitli olayların etkisiyle, önce hepsi de birbirinden ihtişamlı sultanlarımızın pabuçlarını dama fırlatıp, bunun yerine, “Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye” deyiminden hareketle hükümdarlarımızın babadan, dededen miras kalan saltanatlarının köküne kibrit suyu döküp, yerle yeksan ettik…
Seneler senesi kulluk zihniyetinin bir nevi kölesine dönüşen tebaanın sanki bir nevi örümcek ağını andıran kafa yapılarını şıpın işi değiştirip, bunu da tepeden inme emirlerle, yerine getirmeye kalkışınca; hayli zaman ne İsa’ya, ne de Musa’ya yaranabildik…
Bir gece ansızın gökten zembille inen, üstelik daha henüz neyin nesi, kimin fesi olduğunu doğru dürüst çözemediğimiz “demokrasi” sevdasıyla yanıp tutuşurken, aynı zamanda da, yeni bir “nizam, intizam, disiplin” mucibince mebuslarımızı belirleyip, böylece “halkın iradesi”nden yana ne denli hassas, ne denli kararlı bir toplum olduğumuzu sanki ispatlamak için kollarımızı sıvayıp, dolayısıyla daha fazla zaman kaybetmeden derakap işe koyulduk…
Vakti zamanında, mübarek cuma günleri, yine çoğunluğunu Mimar Sinan’ın yanı sıra, keza neredeyse hemen hepsi de Balyan ailesinin mimarlarınca yapılan görkemli cami önlerinde yekvücut halinde tiz perdeden “Padişahım çok yaşa… Padişahım çok yaşaaa…” temennileriyle gırtlaklarımızı paralayıp, avuçlarımızı kanatırcasına alkışlama faslının gari son kullanma tarihinin çoktan geldiğini, miadının nihayet dolduğunu, bu şatafatlı, debdebeli hükümranlık döneminin artık tarihin çöplüğünü boyladığını, bu küflü defterlerin ilelebet kapandığını dosta, düşmana sadece ilan etmekle yetinmeyip, ayrıca “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” deyiminden feyzalıp, böylece birbirinin peşi sıra devreye soktuğumuz gavur icadı reformlarla yol haritamızı çizip, rotamızı, şarkın yerine garba doğru ayarladık…
Sonra?..
Sonra ilk mektep yıllarında okumayı, yazmayı zar zor çözdüğümüz günlerden itibaren, Orta Asya çöllerinden vakti zamanında at sırtlarında yola revan olan ecdadımızın gelmiş geçmiş bilumum “serencam”larını anlatan, “milli” tarihimizin hepimizce “malum” sayfalarını bir tarafa dehleyip, bunun yerine su misali akıp giden, “zaman tüneli”nin nemli girdaplarında dönüp dolaşıp, nihayetinde de şimdilerde seksen dört milyonu sollayan nüfusumuzun “serhoş” kusmasından beter haline, ahvaline ayna tuttuğumuzda, gele gele gelip nihayetinde tosladığımız bu “Küçe çığmaz!”da acaba hangi sazlar eşliğinde, hangi türküleri çalıp çığırıyoruz?..
Aslında bu sorunun cevabını yıllardan beri yüzlerce şiir yazıp, besteleyip, sahnelerde tıpkı bülbül gibi şakırken, nedense, ne hikmetse tam da şu günlerde camilerin minberlerinden hutbe okuyan kimi dini bütün müminlerin tiz perdeden hiddetle, şiddetle buyurdukları emirler gereğince bundan kellim “Ağzı var dili yok”, “Minik Serçe”ye mi sormamız gerekir, kim bilir Kirvem!
Evrensel'i Takip Et