01 Şubat 2022 04:50

Ukrayna krizi ve Erdoğan iktidarının pozisyonu

Tayyip Erdoğan

Tayyip Erdoğan | Fotoğraf: Murat Kula / AA

Paylaş

Erdoğan iktidarının Rusya ve ABD-NATO arasında yaşanan Ukrayna krizinde ortaya koyduğu tutum, dış politikasının ve bu politikanın açmazlarının tipik bir örneğini sergiliyor. Bir yandan Erdoğan, Rusya ve Ukrayna arasında ‘arabuluculuk’ rolüne soyunarak sanki bu sorunun çözümünde etkin bir rol oynayacak güçlü bir lider/yönetim imajını çizmeye çalışıyor. Öte yandan ise, kriz derinleştikçe Erdoğan iktidarının Karadeniz’deki hareket alanı daralmakla kalmıyor, burada alınacak tutumun Suriye ve Ortadoğu politikasına da fatura edileceği bir noktaya doğru sürükleniyor.

Peki gerçekten Erdoğan, Rusya ve Ukrayna arasındaki krizin çözümünde arabulucu olabilir mi?

Tarihi belli olmasa da Rusya lideri Putin’in Erdoğan’ın davetini kabul etmesine ve Erdoğan’ın da 3 Şubat’ta Ukrayna lideri Zelenskiy’i ziyaret edeceğinin açıklanmasına bakınca Erdoğan yönetiminin sorunun çözümünde arabulucu olabileceği düşünülebilir. Ama gerçek, bu görünüşün çok ötesinde.

Öncelikle Putin’in Erdoğan’la görüşmeyi kabul etmesini, krizin bu aşamasında NATO’nun problemli üyesi Türkiye’yi karşısına almama ve Zelenskiy’in tutumunu da Erdoğan iktidarının Rusya karşısında NATO eksenine daha fazla bağlanması beklentisiyle bağlantılı bir tutum olarak değerlendirmek gerekiyor. Ancak asıl olarak bu sorunun Rusya-Ukrayna değil, Rusya ve ABD-NATO sorunu olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla bu noktada Erdoğan iktidarının bu sorunun çözümünde belirleyici bir rol oynamak şöyle dursun, krizin taraflarının baskısına giderek daha fazla maruz kalacağını söyleyebiliriz.

Rusya’nın, Erdoğan iktidarının Kırım’ın ilhakı karşısında takındığı tutumdan rahatsız olduğu ve Erdoğan’ın Kırım Tatarları ile ilgili açıklamalarına “Türkiye’nin de çözülmemiş etnik ve dini sorunları olduğu” uyarısını yaparak yanıt verdiği biliniyor. Yine Rus yönetimi, Türkiye’nin Ukrayna’ya SİHA satışını “ateşe körükle gitmek” olarak görüyor. Ayrıca Erdoğan’ın Montrö Boğazlar Sözleşmesi konusunda söyledikleri (daha iyisine imkân bulana kadar bağlı kalacakları açıklaması) ve Kanal İstanbul ısrarı da Rusya’yı kaygılandırıyor. Çünkü Erdoğan, Kanal İstanbul’u ABD’nin “Karadeniz’i bir NATO gölü” haline getirme politikası bağlamında bir pazarlık kozu olarak kullanmayı amaçlıyor.

ABD ve NATO ise, gerek Rusya’dan alınan S-400 hava savunma sisteminin aktive edilmesi konusundaki ısrarı ve gerekse Doğu Akdeniz’de müttefiklerle çatışan tutumu nedeniyle Erdoğan yönetimine dair rahatsızlıklarını her fırsatta dile getiriyorlar. Erdoğan yönetiminin pazarlık gücünü arttırmak için izlemeye çalıştığı “denge” politikasına F-35 savaş uçakları programından çıkarılmak gibi yaptırım ve baskılarla yanıt veriyorlar. Başka bir deyişle Rusya karşısında NATO eksenine daha açıktan bağlanmasını ve ona göre tutum almasını dayatıyorlar.

ABD ve NATO, “Rusya’nın saldırgan eylemleri ile Avrupa-Atlantik güvenliğini tehdit ettiğini ve Çin’in de stratejik tehdit oluşturduğunu” savunuyor. Bu temelde ABD emperyalizmi, Rusya’yı kuşatmak ve Çin’i durdurmak için NATO’nun Doğu Avrupa’da genişlemesine, Karadeniz’in bir NATO gölü haline getirilmesine ve Kafkasya’nın enerji kaynakları ve geçiş yollarının denetim altına alınmasına dayalı bir strateji izlemeye çalışıyor. Bu stratejiyle bağlantılı olarak da ABD, Rusya’nın Suriye ve Libya üzerinden Doğu Akdeniz’de güç ve etkisini arttırmasınaDedeağaç (Aleksandrupoli) Üssü ve Girit Adası’ndaki Suda Üssü başta olmak üzere Yunanistan’daki askeri varlığını arttırarak yanıt vermeye çalışıyor.

Bu süreçte Almanya ve Fransa gibi batılı emperyalistler, ABD’nin gerilimi tırmandırma politikası karşısında kendi çıkarları için daha temkinli bir tutum almaya çalışsalar da emperyalistler arasındaki paylaşım mücadelesinin Doğu Akdeniz’den Ortadoğu’ya, Doğu Avrupa’dan Karadeniz’e, Kafkasya’dan Asya-Pasifik’e kadar yayıldığı böylesi bir süreçte emperyalistler arasındaki sorunların “uzlaşı” ile çözümü hiç de kolay görünmüyor.

Dolayısıyla emperyalistler arasında Ukrayna üzerinden yaşanan gerilim, ister açık bir çatışmaya dönüşsün ya da ister kriz geçici olarak dondurulsun. Her durumda Ukrayna tıpkı Suriye gibi artık emperyalistler arasındaki paylaşım mücadelesinin bir alanı durumundadır ve bu mücadelenin taraflarının Ukrayna’yı kaybetmemek için her şeyi göze alacaklarına şüphe yoktur.

Böylesi bir tabloda Erdoğan iktidarının ne ‘arabulucu’ olma ne de bir “denge” siyaseti uygulayarak gelişmeleri kendi lehine çevirme şansı bulunmuyor. Aksine gelişmeler, “NATO’ya bağlıyız” açıklamasında olduğu gibi Erdoğan yönetimini emperyalistler arasındaki egemenlik mücadelesinde daha açıktan tutum almaya zorlayan bir noktaya doğru ilerliyor. Emperyalistler arasındaki egemenlik mücadelesinin böylesine geniş bir alana yayıldığı böylesi bir süreçte bir alandaki gelişmenin diğer alanları etkilemesi, mesela Ukrayna krizinde ortaya konacak tutumun Erdoğan iktidarının Doğu Akdeniz, Suriye ve Ortadoğu politikası için de sonuçları olması kaçınılmaz görünüyor. Geçtiğimiz hafta Lazkiye’deki Hmeymim hava üssünden kalkan Rus uçaklarının Suriye jetleri ile GolanTepeleri’ni de içine alan alanda ortak hava devriyesi gerçekleştirmesi de Ukrayna krizinin tırmandığı bir süreçte Suriye üzerinden verilmiş bir mesaj olarak anlam kazanıyor.

Uzatmadan söylersek; emperyalistler arasındaki paylaşım mücadelesinin giderek kızıştığı bir süreçte Erdoğan yönetiminin Türk tekelci burjuvazisinin bu mücadeleden pay kapması için sürdürmeye çalıştığı politika, Türkiye halklarını kuzeyde de güneyde de yeni tehditlerle yüz yüze bırakmaktan başka bir sonuç doğurmuyor. Çünkü emperyalistler arasındaki mücadele kızıştıkça aralarındaki çelişkileri kullanma politikası, onlar tarafından daha fazla baskıya maruz kalma ve her koşulda ülkeyi yeni tehditlerle karşı karşıya bırakma noktasına doğru götürüyor.

Ülkenin bu tehditlerden uzak tutulmasının için; emperyalist birliklerden (NATO) çıkılıp emperyalistlerle yapılan siyasi-askeri anlaşmalarının iptal edilmesi, yayılmacı emellere ve bu temelde yapılan sınır ötesi operasyonlara son verilip sınır ötesindeki askerlerin geri çekilmesi, Kürt sorununun eşit haklara dayalı demokratik çözümünün sağlanması ve komşularla egemenlik haklarına saygı ve barış temelinde ilişkilerin geliştirilmesi dışında bir seçenek bulunmuyor. Elbette böyle bir politikanın uygulanabilmesi için de tekellerin değil, işçi sınıfı ve halkların çıkarlarını temel alan bir siyasi seçeneğin yaratılması gerekiyor.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa