11 Şubat 2022 23:30

Eriyen toplumsal değerler

Fotoğraf: Unsplash

Paylaş

Tarihin ilk aşamalarından itibaren insanoğlu fiziksel yeteneklerini geliştirmek için önceleri alet, sonraki aşamalarda da makineler yapmıştır. Görme yeteneğimiz dürbünlerle geliştirilmiş, adele güçlerimiz ise çok farklı şekilde kullanılabilen makinelerle üst düzeylere çıkartılabilmiştir. Örneğin, bugün uzayın çok uzak noktalarını dahi görebilecek hassas dürbünler, dağları delebilecek köstebekler yapmış bulunuyoruz. Tüm bu muazzam gelişmelere rağmen içinden geçtiğimiz koşullara baktığımızda insanoğlunun düşünce zaman boyutunu geliştiremediğini görüyoruz. Bugün, böyle bir öngörüsüzlüğün siyasi boyutunu merkez ve çevre ilişkisi bağlamında tartışmak istiyorum.  

Eski Yunan medeniyetinde felsefe ön safa çıkmışken, neden acaba zaman içinde geliştiğini düşündüğümüz insanoğlu bir türlü Marx’ı anlamak istemedi de, kendi vatanından dahi kovmakla kalmadı, ülkeler arasında bilardo topu gibi savrulmasına yol açtı; neden Descartes ya da John Locke veya Spinoza gibi büyük alimler Hollanda’ya sığınmaya zorlandılar; neden düşünce sistemi ile karşı çıkılamadığı Darwin’e sapık gerekçelerle saldırıldı? Görülüyor ki, eski Yunan’dan günümüze değin insanoğlunun serüveni pek parlak gözükmemektedir. Giderek gerileyen görüntü günümüzde hemen hemen her alanda çok belirgin olmaya başlamıştır. İşin hazin yanı şudur ki, olumsuzlaşan koşulları aklımızla değil de, ortaya saçılan görüntüleriyle ancak algılayabiliyoruz. Kısaca açıklamaya çalışacağım süreç, anlık çıkarcılığın nasıl bir basiretsizliğe dönüşme hikayesidir.

Hemen gözümüzün önündeki Türkiye örneğine bakarsak, her daim gündeme taşınan “Yetmez, ama evet” davranışı, ya da AKP’nin ilk dönemleri ile son dönemlerinin farklı olduğu basit tez veya faiz-enflasyon sarmalı mucizesi, hatta faiz indirildi, döviz yükseldi ve fiyatlar arttı şeklindeki dahiyane açıklaması gibi bir dizi olay ya da oluşumlar üzerinde yapılan ilk görünüşü ile beyhude, fakat özü itibariyle emperyalistlere fevkalade yarar sağlayan beyin fırtınalarını sayabiliriz.

Daha geniş düşündüğümüzde, üzerinde yaşadığımız küre elimizden giderken hâlâ hiçbir çare üzerinde çalışmıyor ve uygulamaya koyamıyoruz; dünya kamplara ayrılmışken hâlâ daha aynı sistem içinde gelişme umudumuzu koruyoruz; Batı dünyası ileri teknoloji dönemini kapatırken bilgisayar oyunları yaparak ülke kalkınmasına katkı yapabileceğimizi düşünebiliyoruz; bir zamanlar Özal’ın da offshore bankacılığı ile 80 milyonluk ülkenin kalkınabileceğini tasavvur etmesi cehaleti gibi! Evet, bilgisayar oyunları milyonları kazandırır, offshore bankacılığı da ekonomiye bazı katkılar yapabilir, hatta ilgili ülkelere yapmıştır da, ama onlar Picassovari süreçte gelişmişlerdir, mealen, önce klasik resmi en üst düzeyde yaptıktan sonra ultra-modern sanat alana geçmişlerdir.

Şunu söylemek istiyorum ki, kalkınmış aç kurtlar sofrasında Türkiye anlık ve doymak bilmez cehalet çukurunun dibine çekilmektedir. Bu durum rastlantısal ya da siyasi erkin basiretsizliği sonucu değil, tam tersidir! Güçlü eğitim kurumlarının baskılandığı, akademinin partizanca denetim altına alındığı, eğitimde sözel alanda felsefe, sayısal alanda matematik devre dışı bırakıldığında ülkede insan faktörü ya da beşeri sermaye eritiliyor demektir. Eğitimde yetenekli gençlerimizin yurt dışına göç etmeleri derin bir siyasi planlamadır. Şöyle ki, var olan gerici ve emperyalizm emrindeki siyasi yapılanmayı oy tabanı ile ayakta tutabilmek için cahil halk yığınına ve okumuş itaatkar köleye ihtiyaç vardır.

Suçu siyasi yapıda ya da kendisini lider gibi gören siyaside aramak doğru değildir. Bu mantık yapısı bataklığı unutup, sivrisinekle uğraşmaya benzer. Önemli olan halk ve onun mantıksal yapılanmasıdır. Eğitimin önem kazandığı yer burasıdır. Ancak, eğitim derken de derhal siyasi yapılanmaya geçiyoruz. Eğitim bir üstyapıdır, hangi sistem uygulanıyorsa siyasi yapının bütünselliği içinde ve tutarlı olarak o sistemin eğitimi gen(ç)lere aşılanır.

O zaman sisteme bakmalıyız. Sistem dediğimizde ise, Türkiye’den dışarı çıkıp dünya sistemine yönelmemiz gerekir, çünkü Türkiye başat dünya sisteminde yüzen bir ekonomidir. O zaman bu sistemin temel özelliklerini dikkate almak durumundayız. İşin düğümlendiği nokta da burasıdır. Eğer eğitim var olan sisteme göre yapılıyorsa, eğitilmiş beyin ne sistemi anlayabilir, ne de bu sistemde yapılan yürüyüşün sonucunu öngörebilir. Eski Yunanda günümüzün başat sermaye dokusu olmadığı içindir ki felsefenin temelleri atılmış oldu. Bugün felsefenin geri plana savrulması ise sermayenin hakimiyeti ve zulmünün sonucudur. Sermaye tüm doğayı meta halinde sömürerek altımızdan çekerken, aynı anda beyinleri de sömürerek doymak bilmez aç insanoğluna günlük nimetler verdiğinden gözleri kör etmektedir.

Felsefenin yokluğu ileriyi görememe olarak dikey soyut düşünme yetersizliği oluşturmakla beraber, teknolojide ilerleme yatay olarak çevresel çıkar dairesini genişletir. Çıkar dairesinin genişlediği ortamda yüzen gelişen toplumlar da dikey olarak kendi geleceğini göremedikleri için, anlık çıkarları ile yatay olarak sömürü ağına takılır ve hizmet ederler. Gelişmekte olan ekonomi halklarının düştüğü tuzak budur. Geleceği öngörü yetersizliği yanında, ileri merkezlerin yatay sömürü karar dairesi içinde savruldukları alanı da göremezler. Hele de, aynen Türkiye’de olduğu gibi, sömürücü kapitalist merkez kitaplarından beslenen akademi taklitçileri kendi ülke ve koşullarına yabancılaşmış olarak salt nafile çaba içine girmezler, fakat farkında olmadan gelişmiş toplumların çıkarlarına hizmet ederler.

Şimdi arkamıza dayanalım ve Türkiye’de eğitim kurumlarının partizanca çökertilmesine,  toplumun imam hatipleştirilmesine bir sebep bulmaya çalışalım. Cahil bıraktırılan ve/veya teknik bilgi ile donatılmış olsa da felsefi öngörüsü eksik bir toplum kime ya da neye hizmete koşulur? Türkiye’de siyasetin canlandığını düşündüğümüz günlerde, acaba yaşanan kısmi canlılık sistem farklılaştırma hareketlerini mi, yoksa sömürücü sistem içinde vitrin yenileme hareketlerini mi yansıtmaktadır!   

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa