‘Savaşa hayır’ demenin dayanılmaz çeşitliliği

Fotoğraf: Mehmet Eser/AA
Savaş varken kalan her şey önemini yitiriyor.
Günlük yaşam savaşı, başımıza bombalar yağmadığı için şükre dönüyor adeta.
Birçok insan artık haberi internetten istediği kanalı açarak izliyor. Sosyal medyadan takip ediyor. Kanallar arası zap başka bir dünyada kalıyor yavaş yavaş.
Ukraynalıların paniğini, Rus halkının Putin’e olan öfkesini, İsraillinin Rusya’ya kızmasını, bunu gören Filistinlinin sinirini, dünyanın tüm ülkelerinin haberi nasıl verdiğini, her şeyi sosyal medyada görmek mümkün, hatta görmek istemediklerimizi de.
Ukrayna sosyal medya hesabından bir tweet paylaştı: Rusya’yı etiketleyip haklarında ne düşündüğünüzü yazın!
Ülkelerin sosyal medya hesabı var, acaba şifresini kaç kişi biliyor? Kimlerin kullanmaya yetkisi var? Yazılan metin kimlerin onayından geçiyor?
İnsanlar Ukrayna ordusuna bağış yapıyor, sıradan insanlar, dünyanın bir ucundan. İşe yarar bir yöntem mi? Savaşı bizdeki gibi hamasi milliyetçi söylemlerle cümle içinde geçirenler için bir ülke ordusuna dünyanın birçok yerinden bireysel bağış yapılması yeni dünyada acaba nasıl bir yere oturuyor?
Neler gördük hâlâ gördüklerimize şaşırabilme kabiliyetimiz var, bu da beni şaşırtabiliyor.
Sosyal medya yokken biz savaşı muhabirlerden öğrenirdik. İşin profesyonellerinden.
Şimdi bir tıkla her yere ve her kesin fikrine, görüntülerine ulaşmak mümkün, uçakların hareketliliğinden bütün büyükelçiliklerin yayımladıkları metin ile halklarına ilettikleri mesajın arasındaki çelişkiye kadar her şeye.
Profesyonel savaş muhabirleri için de bile zor savaşa şahit olmak, onca acı içinde haber yapmak. Halk, acısını içinde hissederken kendi haberini de yapıyor bir yandan. Bir çare de bulabilmek, ses duyurabilmek umuduyla. Örneğin, Güney Sudan’da bir deri bir kemik kalmış bir kız çocuğu fotoğrafı vardır tüm dünyanın hafızasında, başucunda bir akbaba bekler. O fotoğraf ile Pulitzer alan Kevin Carter intihar etmişti seneler sonra. Kız çocuğunu kurtarmak yerine fotoğraflamayı seçmesinin ağırlığından. Bu çok arafta, zor bir görev aslında, dünyaya durumu duyurmakla çare aramak arasında bir tuhaf çizgi.
Elias Canetti, Kitle ve İktidar kitabının “Savaşın dinamikleri üzerine: İlk ölüm. Zafer” başlıklı bölümünde şöyle anlatıyor:
“Herkese tehdit altında olduğu duygusunu veren ilk ölümdür. Savaşın patlak vermesinde ölen ilk insanın oynadığı rol ne kadar abartılsa azdır.”
Ve devam ediyor: “Savaş, bu ilk ölümden sonra dizginlerinden boşalır, muazzam sayıda ölüme yol açar. Zafer kazanılınca bu insanlar için yakılan ağıt, ilk baştaki ağıtla karşılaştırıldığında gayet hafif kalır.”
Biz şu an o ilk ölümdeyiz. Ne kadar abartsak az savaşın dehşetini.
Ancak bunu konuştuğumuz yer olan medyanın dinamikleri de ayrı bir insanlık savaşı.
Jean Baudrillard, kitle iletişim araçlarının bir aracı olmaktan çıkıp bağımsız bir kendilik olmasından bahseder.
Bireyler bunun farkındadır ancak kendi konfor alanlarından çıkmamak adına sessiz kalırlar.
Medyada savaşı izleyen birey için bir süre sonra izlediği görüntüler ile arada çıkan tuvalet kağıdı reklamı arasında fark kalmaz. Televizyonu kapattığında ikisi de devam etse bile izleyici için ortadan kalkar.
“İşte bireyin yaşadığı bu evren simülasyon evrenidir. Her şey görüntülerden ibarettir ve cansızdır.”
Kötülüğün Şeffaflığı -Aşırı fenomenler üzerine bir deneme- kitabında Farklılık Melodramı başlığı şöyle başlıyor:
“Ötekini keşfetme, araştırma ve icat orjisi yaşıyoruz. Farklılık Orjisi. İki yanlı, arayüzeyli, interaktif pezevenklik.
...Irkın, deliliğin, sefaletin, ölümün kaba ve katı ötekiliği bitti.
Tüm geri kalanlar gibi ötekilik de pazarın arz ve talep yasası boyunduruğuna girdi.”
Bu kısım beni oldukça rahatsız ediyor.
Savaşa yaklaşımda “Savaşa hayır” gibi net bir ortak dilde birleşebilmek yerine, farklı olma gayesiyle konunun özünden bağımsız tartışmalara çekilmiş buluyoruz kendimizi.
“Savaşa hayır” derken kurulan cümlenin üslubundan, savaşı eleştirenin eleştirme noktasının başlangıcından, tepkinin dozundan bir farklılık yaratma ve şerh koyma çabası var.
Sosyal medya çatışmadan besleniyor. Görüş ayrılıkları sertleştikçe etkileşimi tetikliyor, etkileşim ihtiyacı insanlar için artık Maslow piramidinde bir yer tutuyor.
Bu da sürekli farklı görünme çabasını, farklı olmak adına Savaşa Hayır demede bile bir ötekilik yaratma gayesini tetikliyor.
Biraz ekranlardan uzaklaşıp dışarıdan ve objektif bakmaya çalıştığımızda savaşın kendisi hariç birbirlerinin söylemleri üzerine tartışan bir güruha dönüşüyoruz.
Oysa savaş burnumuzun dibinde ve gerçek. Ekranı kapatınca da geçmeyecek.
Öte yandan ne savaş birdenbire geliyor ne faşizm ne şeriat, hepsi de topuklarını vura vura ama zamanla. Yine de kurbağanın haşlandığını anlamadığı gibi enseye dayandığında şok edici oluyor bir şekilde.
Farklılığın şehvetine kapılmadan net şekilde: Savaşa hayır. Barış hep birincil önceliktir.
Barışı savunurken de düşünmek gerek bugün yazılanları okurken Barış Akademisyenlerinin yüreklerinde hissettiği sızıyı, Ankara Garı’nda ellerinde barış yazan pankartlarla can verenlerin davalarındaki yalnızlığı, bir başka savaşın mağdurlarını “Suriyeliler” başlığına indirgeyip yaratılan düşmanlığın bu ülkede evinde uyurken ya da bir sabah merdiven altı atölyeye üç kuruş için köleliğe giderken insanların öldürülmesine sebep olduğunu, bugün Ukraynalı kadınların üzerinden yapılan, etkileşim açlığına dayalı o korkunç şakaların bu ülkedeki gerçekliğinin karnında dokuz aylık bebeği ve kucağında on aylık yavrusuyla tecavüz edildikten sonra öldürülen Emani Al Rahmun olduğunu.
Bir savaştan bencil bir şükürcülük çıkarmak değil, masaya düzgünce koyabilmeliyiz; biz bu yirmi yıllık hallaç gibi atılmış iç ve dış politika ile nasıl yüzleşeceğiz yanı başımızdaki bir işgalle?
Empatiyi savaş mağdurlarının önümüze düşen görüntülerine sadece üzülmek üzerinden yapmak yerine yüzlerce gözaltıya rağmen savaşa hayır diyebilmenin onurunu yaşayan halkla yapmalıyız belki de.
“Ya benim başıma gelseydi?” diye düşünmekten ibaret değil empati, savaşa karşı savaşa yol açan koşulları baştan ve yekten reddetmeli.
“İyi ki”ler ve “keşke”lerden çare devşirmek yerine, savaşa yaklaşımda ayrışmak yerine
savaşa, sömürüye karşı, özgürlükten ve adaletten yana toplansak mı? Amacımız ortak ve sadece kelimeler yeterli değil, bize biz gerek.
Bugün 15.00’te eşit yurttaşlık, özgür toplum, demokratik, laik, bilimsel, ana dilde eğitim için savaşa karşı birlikte durabilmek için, ülkedeki 16 farklı meydanda buluşmak üzere. Bir gün 81 ilde birleşebilmek umuduyla.
Evrensel'i Takip Et