2 Mart 2022

Güçlendirilmiş parlamenter sistem: İhanet mi, yeni bir başlangıç mı?

Ben bu yazıyı kaleme alırken altı siyasi partinin lideri Bilkent’te güçlendirilmiş parlamenter sisteme ilişkin deklarasyonlarını açıklıyordu. Bu açıklamanın hemen öncesinde ise, her fırsatta tarihin derinliklerinden önümüze adeta bir hortlak gibi çıkartılan Tansu Çiller, “Parlamenter sistemi umut diye sunmak millete ihanettir” sözlerini sarf etmişti. O halde biz de soralım: Parlamenter sistem bir ihanet mi, yoksa Türkiye için yeni bir başlangıç mı?

Derslerimde siyasal sistemleri ve hükümet sistemlerini anlatmaya başlayalı 15-16 yıl oldu. Siyasal sistemler üzerine düşünmek müthiş bir beyin jimnastiğidir, ben pek severim. Üç hükümet sisteminden biri olan parlamenter sistem, devlet başkanının doğrudan halk tarafından seçildiği başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemlerinden farklı olarak, devlet başkanının sembolik yetkilere sahip olduğu bir sistemdir. Bu sistemde devlet başkanının güçlü olması istenmez. Bu nedenle, hükümet sistemleri tartışmasında benim yüzüm her zaman ve tüm eksikliklerine rağmen parlamenter sisteme dönük oldu. Başkanlık sisteminin demokrasi ile bağdaşır olduğunu kabul etmekte de zorlandım. En başta, “İktidar bozar, mutlak iktidar mutlak bozar” düşüncesinden hareketle. Gerçi son yıllarda başta Türkiye olmak üzere, farklı ülkelerde yaşananlar asıl önemli olanın hangi hükümet sisteminin benimsendiğinden çok, kurumların ayakta kalması ve içinin boşaltılmaması olduğunu tekrar tekrar gösterdi. Misal, ABD’de Trump’ın akıl dışı uygulamalarına direnen bir hukuk sisteminin olmasının ne kadar kıymetli olduğunu gördük. Hele de Türkiye’den bakınca kıymeti daha bir anlaşılır oldu. Buna rağmen benim başkanlık sistemine bakışım hiç değişmedi.

Altı partinin 28 Şubat deklarasyonu şüphesiz çok yazı kaldırır. En başta da genel hatları üzerine yazılacak çok şey var. Deklarasyon için 28 Şubat tarihinin seçilmesinden, salon seçimine (salonun adı sık sık vurgulandı), deklarasyonu okuyanların sadece erkekler olmasından, hangi bölümü hangi partinin açıkladığına kadar hemen her husus bir yazı konusu olabilir nitelikte. Özellikle de, deklarasyonun sunumundaki erkek egemenliği kabul edilebilir, sessizce geçiştirilebilir nitelikte değil.

Bununla birlikte, deklarasyonun en yaralı yerlerimize dokunduğunu, son yıllarda en fazla kangrenleşen yaralarımıza ilaç olmaya soyunduğunu da kabul etmemiz lazım. Keyfilik, kural tanımazlık ve denetimsizlik, otoriter yönetim anlayışı ve taraflı cumhurbaşkanı, özgürlüklerin rafa kaldırılması, düşüncenin suçlulaştırılması, üniversitelerin içler acısı hali, devlet kurumlarının siyasallaşması, torba kanunlar, kanun hükmünde kararnamelerle ortadan kaldırılan temel haklar, tarafsızlığını yitiren siyasallaşmış ve hukuk tanımayan yargı, keyfi tutuklamalar, çoklu baro sistemi ve daha nicesi… Daha dinlerken insanı heyecanlandıran ortak ilkeler, “Evet artık kapatalım bu sayfaları, çile bitsin” dedirten sorunlar, yaralar... Mevcut rejimin mağduru olup da deklarasyonda kendisine değen bir şey bulamayan yoktur sanırım. Tüm eksiğiyle, gediğiyle ve hemfikir olmadığımız hususlarına rağmen. Şahsen ben OHAL ile ilgili olan kısımları dinlerken umutlandım, kendimi iyi hissettim.

Daha önce de dediğim gibi, her cümlesi hakkında değerlendirme yapılabilir ancak ben bu yazımda iki konuya dikkatinizi çekmek isterim. Bunlardan ilki, bu ortak ilkeler metninin özünde “Recep Tayyip Erdoğan’ın ve onun tek adam rejiminin tarihe gömülmesi” için kaleme alınmış bir deklarasyon olması. Ayrıca bu ilkelerle, gelecekte de benzer otoriter sapma olasılıklarının önüne geçilmesi hedefleniyor. Cumhurbaşkanının tarafsız ve partiler üstü olması, görev süresinin bir dönemle sınırlı olması, görev süresi bittikten sonra aktif siyasete dönememesi gibi ilkeler, önümüzdeki dönem için Erdoğan’sız bir siyasete işaret ediyor. Bu bölümü dinlerken aklıma ister istemez Hitler dönemi gibi dönemlerin bir daha yaşanmaması için özel düzenlemeler yapan Alman Anayasası geldi. Ne de olsa anayasa ve hukuk devleti ilkesi demokrasiyi güvence altına almak için var, değil mi?

İkinci nokta da deklarasyonun demokrasi anlayışına ilişkin. Demokrasinin sadece bir konsensüs (oydaşma) rejimi olduğu anlayışı son elli altmış yıldır yapılan tartışmaların biraz gerisinde kalmış bir anlayış. Bugün demokrasi çoğunluktan çok çoğulculuk anlayışıyla kabul görüyor. Demokrasi, konsensüsten ziyade dissensüs rejimi, yani farklılıkları gözeten, onları güvence altına alan bir rejim. Buna karşılık deklarasyondaki mutabakat, uzlaşma vurgusu çoğulculuktan çok çoğunluğun esas alındığına işaret ediyor. Oysa Türkiye son yıllardaki otoriter dönemeçleri hep çoğunluk (ve sandık) vurgusu yaparak döndü. Deklarasyon her ne kadar düşünce özgürlüğünü, toplantı ve örgütlenme hak ve özgürlüklerini güvence altına almayı vadetse de demokrasi anlayışını güncellemeye de muhtaç görünüyor.

Geçmişe dönüş değil, yeni bir sistem, yeni bir başlangıç vurgusunun sürekli yapıldığı sunumda, daha çok AKP döneminin sorunları ve hataları merkeze alınmış. Oysa, AKP öncesi dönemin hatalarından dersler çıkarmak da bir o kadar önemli. En başta da vesayet rejimi konusunda. Atılan adımın gerçekten yeni bir başlangıç olabilmesi ve daha geniş kesimlere seslenebilmesi için bu kaçınılmaz.

“Yeni bir başlangıç” güzel slogan ve umarım slogandan ibaret kalmaz, içi en iyi şekilde doldurulur. Zira buna hepimizin ihtiyacı var.

İLGİLİ HABERLER

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Sömürge madenciliği felaketinin yıl dönümünde İliç: Toprak zehirli, halk işsiz

Sömürge madenciliği felaketinin yıl dönümünde İliç: Toprak zehirli, halk işsiz

İliç siyanür faciasının üzerinden 1 yıl geçti. Hava, toprak ve su zehirlendi; 9 işçi can verdi. Daha fazla altın için kuralsız çalışmanın önünü açanlar aklandı. Halk zehirlenmiş doğa ve işsizlikle baş başa. Facianın ana sorumlularından uluslararası maden tekeli SSR, hisse senedi değerlerinin yükselmesiyle felaket öncesine geri döndü. İliç’teki altın için de “iş birliği içinde olduğu iktidarla” pazarlıkta.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Grevdeki Çelikaslan Tekstil patronunun kardeşi: "Benim zenginliğimi Allah verdi."

Evrensel'i Takip Et