11 Mart 2022 23:27

Putin, Sovyet Anayasası, Wilson ve 20. yüzyılın sonu

Vladimir Putin

Vladimir Putin | Fotoğraf: DHA

Paylaş

Günümüz gelişmelerini, tarihi tersinden okuyarak anlamlandırmaya çalışacağım bu yazıda. Son yüzyılın belirleyici gücü, tek başına liberalizmin dünya egemenliği değil. Ona yöneltilen tehdit, bir o kadar kurucu. Daha ileri gidelim: liberalizmi demokratik ve medeni kılan, massetmek zorunda kaldığı sosyalist ve antiemperyalist tehdit.

İşgalci Putin’in, Sovyetler Birliği zamanlarına heveslenen bir lider görüntüsünden sıyrılıp, bu devletin anayasasını hedef alması tarihsel bir dönüm noktası. Sovyetler Birliği’nin yıkılışı ve Amerika’nın Ortadoğu işgalleriyle ağır darbe yiyen liberal dünya düzeni, bu açıklamayla resmi olarak bitmiştir.

Yirminci yüzyılın iki kurucusu var. Lenin’le başlayarak Sovyetler Birliği, Wilson’la başlayarak ABD.

Bolşeviklerin dünya tarihine temel katkılarından biri, sosyalizmi ve ulusal kurtuluşu harmanlamalarıydı. Ekim Devrimi ile birlikte bu bileşim devrimci bir “devlet”in (Devlet olmayan bir devletin) politikası haline geldi.

Dünya egemenleri için tehdit büyüktü. Yerkürenin dört bir yanına yayılan ayaklanmalar İngiliz imparatorluğunun sonunu getirdi. Egemenlerin cevabı, bu bileşimi -devrimci içeriğini boşaltarak- kendi cephaneliklerine katmak oldu.

Bu massetme hamlesi “Wilson İlkeleri”yle başladı. Wilson’ın dünyaya verdiği söz (Serbest ticaret, demokrasi ve ulusal egemenliğin harmanlanması) hemen hayata geçirilemedi. Ancak Yeni Mutabakat ve Keynesci ekonominin yükselişi ile, Amerikan modeli yeni bir renk kazandı. Eski kolonyal merkezlerden bağımsızlaşıp ABD yörüngesine giren devletler, Sovyet korkusunun da etkisiyle, görece bağımsız, görece işçi dostu ülkeler haline geldi.

Kapitalizmin dünya hakimiyeti bu dönüşümü geçirirken, SSCB de ancak “normal” (Devrimci olmayan) bir devlet haline gelerek ayakta kalabildi. Liberal dünya düzeninin (sevilmeyen) bir parçası haline geldi. Putin’in 21 Şubat tarihli konuşmasında anlattığı gibi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı anayasanın parçası olarak kaldı, fakat uygulanmadı. Nedeni basit: yine Putin’in belirttiği üzere, bu hak gerçekten uygulamaya konulursa, “normal” bir devleti yıkar. İşte bu yüzden Lenin, Putin’in (ve tüm “normal” devlet adamlarının) can düşmanıdır.

Fakat yine de, devrim tehdidi buharlaşıp gitmedi. Batı’nın ve Doğu’nun dışına, “Üçüncü Dünya”ya kaydı. Bu da hem ABD’yi hem SSCB’yi kendilerini antikolonyalist olarak sunmaya devam etmeye zorladı.

Başka bir deyişle, dünya sistemini “medenileştiren,” elitlerin bahşettiği haklar değil, devrimci tehdide karşı kendilerine çeki düzen vermeleriydi. 1970’lerden itibaren, sınıfsal ve ulusal devrim tehdidi tedrici olarak dünya gündeminden uzaklaştıkça, elitler tekrar vahşileşti.

SSCB’nin yıkılışının üstünden bir yıl geçmeden, ABD (Eski anlamını zaten yitirmiş olan) ulusal bağımsızlık ilkesini rafa kaldırmaya başladı. 2001’den itibaren daha da açıktan agresifleşti. Ortadoğu’da sınırları tekrar oluşturmaya kalkıştı, bir türlü becerememesine rağmen de hâlâ vazgeçmedi bu hayalinden.

Fakat aynı ABD, söylem düzeyinde liberal kaldı. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının, artık geçerli olmadığını itiraf etmekten çekindi.ABD’nin bir türlü telaffuz edemediği gerçekleri, Putin Ukrayna’yı işgal etmeden üç gün önce resmiyete kavuşturdu. Putin’in yüzeyde tuhaf gözüken uzun tarih dersi, değişen uluslararası ilişkiler parametrelerini dünyaya hazmettirmek için gerçekleştirdiği ideolojik bir müdahale.

Putin elbette çarlık döneminin bazı yanlarına özlem duyuyor. Ancak olan biten, çarlığın yeniden canlanması da değil. Dünya kapitalizminin yeni evresinde, yeni-emperyalist bir yol arayışı. Putin’in oligarkları çarlık kalıntıları değil, neoliberal özelleştirmelerin bize hediyesi. Bu kan emiciler gayet 21. yüzyıl insanı ve gayet Batılı. Yaşam tarzlarıyla, özlemleriyle, mülkleriyle... Londra gibi mekanlardan bağımsız bir varlık sürdürmeleri düşünülemez.

Yani Ukrayna’yı cehenneme çeviren güçler ve dinamikler, Batı’nın dışında falan değil. Dünya kapitalizminin, medeniliğini her geçen gün biraz daha yitirmesinin bir semptomu bu cehennem.

Yeni-emperyalizme karşı, ulusların kendi kaderini tayin hakkının temel felsefesini içeren, ancak onun ötesine giden bir hat çizmek gerekiyor. Anarşistler ve liberterler arasındaki en geçer akçe, özerklik ilkesi (Ve bunun bizim coğrafyamızdaki iz düşümü olan demokratik konfederalizm kurgusu) isabetli bir başlangıç noktası olabilir. Fakat kurtuluş mücadeleleri, 20. yüzyılın başında yakaladıkları teorik ve pratik ivmeden çok uzaklar henüz. Ve Lenin’e çekilen anarşizan reddiyeler (Ya da bunun antianarşizan iz düşümü, yani birçok kişinin “özerklik”e burun kıvırması) bizi hızlandırmıyor, yavaşlatıyor.

Sınıf mücadelesi ve halkların özerkliği başta olmak üzere, tüm toplumsal mücadeleleri eklemleyen yeni bir vizyon ve önderlik kurulmazsa, emperyalistler arası rekabet dünyayı kan gölüne çevirecek.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa