11 Mart 2022 23:30

Kadınlar günü

kadınlar 8 mart eylemi

Fotoğraf: Eren Ergine / Evrensel

Paylaş

Kadın emekçiler gününün üzerinden dört gün geçti. Üstelik başlığa da “emekçiler” sözcüğünü koymadım. O zaman, geçmiş bir tarihle ve eksik bir başlıkla bu yazının anlamı nedir? Oysa ne tarih geçmiştir ne de başlık yanlıştır.

Birincisi, insan hakları çerçevesinde kadın haklarını savunmanın belirli bir tarihi yoktur, olmamalıdır; çünkü kapitalizme geçişte nasıl varsıllık başat ezici öge olmuş ve kapitalist devlet yapısını kurmuşsa kadın haklarının erkekler tarafından bu denli ihlalinde de böyle bir başatlık başroldedir. Başrolü oynayanlar, duruma göre rollerini bazen kibarca, bazen de kapitalizm ruhunun etrafa yayarak genelleştirip normalleştirdiği baskıcı ve başat mülkiyet algısı ile kabaca yerine getirirler. Kapitalizmin ruhdaşı devlet yapısı ise aynı kabalıkla eril doku yapısında oluştuğundan, ev mahzenlerinde de, aydınlık meydanlarda da kadına karşı başka türlü davranamaz, kendisine yabancılaşamaz.

Evet, konu kadınlar günü olmayıp, emekçi kadınlar günü olarak anılır. Bu detayı mercek altına aldığımızda, konunun önemli olduğu kadar, aslında detay olduğunu da görürüz. 1857 yılının 8 Mart günü greve tepki olarak fabrikaya kilitlenen 40 bin dolayında kadının yangın sonucunda yüzün üzerinde kayıp vermesi de bir eril dokunun saldırısı değil midir? Ondokuzuncu yüzyılın ortaları, İngiltere’de sanayi devrimi başlamış, onun yoldaşı ABD’de kapitalizm en hoyrat yüzünü insanlığa kusmaktadır. Marx’ın ünlü eseri Kapital’in ilk cildinin yayın tarihi de 1867, Ünlü Yazar Charles Dickens’in İki Şehrin Hikâyesi’nin yazıldığı tarih de 1859’dur. Bu tarihleri bir araya getirdiğimizde kapitalizmin hoyrat yüzünü, özellikle de özgürlüğün kazanıldığı şeklinde algılanan dönemin nasıl bir canavara hamile olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Bugün çok mu farklı? 40 bin kadın direnişi tekstil üretimi alanında cereyan etti. Bu alan ağır sanayi değil, üstelik kadınların ücretleri de daha düşük olur. Bunları bırakıp, adeta eceli ile vefat etmiş bir insanı her yıl aynı günde anar gibi, sadece fabrikaya kilitlenen ve yangın sonucu yüzden fazla insanın yaşamını yitirmesini anarak, günümüzde dahi hoyratlığını içimize işlercesine yaşayarak eridiğimiz kapitalizmi de, emekçilere uygulanan baskı ve zulmü de bir tarafa koymuş olmuyor muyuz?

Mesele salt emekçi kadınlarla da bitmiyor. Kadın denince, kafalardaki çeşitli günahları baskılamak adına olsa gerek, aklımıza gelen kız kardeş, ayakları altında cennet serili anne, eş vb. gibi nitelemeler ge(tiri)liyor. Oysa kadın, her şeyden önce insandır. Sayılan ve kadınsal sandığımız tüm nitelikler insan vasfının üzerine inşa edilir. Benzer inşa işini, bazı farklar da olsa, erkek için de yapabiliriz; erkek de eştir, erkek de şefkatli babadır vs. Peki, neden erkek bir insan türü olarak salt erkek nitelemesi ile anılıyor ve biliniyor da, kadın denince mutlaka önüne bir sıfat eki koymanın gereği duyuluyor ki? Bunun sebebi, böylesi farklılaştırmanın gerekçesi çok açık değil mi; açık olduğu kadar da erkekler adına çok ayıp ve haysiyet kırıcı değil mi? O zaman, şöyle bir kendimize dönelim, içimizde dolaşan tilkilere (tilkilerden özür dilerim!) samimi olarak bir göz atalım. Kadın da erkek gibi bir insan mı, yoksa sadece içimizdeki habaseti baskılamak için sayıp döktüğümüz sıfatlarla mı beynimizde tecessüm edebilen bir varlıktır.

Toplumsal olaylar yukarıdan kurallarla fazla bir yere taşınamaz. Zaten, kuralların maddi niteliği de toplumsal oluşum ve kemalin kodifiye edilmiş halidir. Aksi durumda, yasa topluma uymaz ve uygulanamaz. İstanbul Sözleşmesi’ni bu anlayışla ele alırsak, uygulamasının değil, kaldırılmış olmasının toplumsal dokuya ters düştüğünü görürüz, zira gerek kadın gösterileri, gerek kadın cinayetleri bu durumun net kanıtıdır. Kadın cinayetleri salt cinayet değildir, onun ötesinde insan haklarına ve insan haklarının yansıması niteliğindeki toplumsal vicdana hakaret ve saldırıdır. Bunun da ötesinde, kadının devlet korumasına alındığı durumda yapılan saldırı ise doğrudan kamu otoritesine saldırıdır. Fevkalade masum gösteri niteliğinde başlayan ve sürdürülmüş olan, hiçbir kesici aletin ya da silahın kullanılmadığı Gezi olaylarını bir türlü içine sindiremeyen kamu otoritesi, her nasılsa kadın cinayetlerine fazla itibar etmemektedir. Bu durum basit bir çifte standart olarak görülemez. Bu durum, kamu otoritesinin kapitalist ve eril dokusunun en çıplak yansımasıdır.

Kadın haklarının savunulması eril iktidarlardan istenmez. Sorunun çözümü kapitalist iktidardan, hele de dinciliğe bulanmış görüntüde eril bir iktidardan hiç beklenemez. Sistemin üzerinde yükselen toplum ve iktidar yapılanmalarına girmeden, salt 1857 olaylarının anması olarak yapılan kutlamalar aldatıcıdır, saptırıcıdır. Kutlamalar(!), ertesi günün boyalı basınında ya polis engeli ya da sakin kutlama olarak, 365 günün birinde yaşanmış basit bir toplumsal olay olarak söner gider. İstenen bu mu? Evet, kapitalizmin ezici, baskıcı eril dokusunun istediği tam da budur. Peki, ya özgür insanların, özgür kadın ve erkeklerin birlikte istediği!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa