16 Mart 2022 00:52

Savaşın etkileri

Yıkıntılar arasında bir asker

Fotoğraf: Diego Herrera Carcedo/AA

Paylaş

Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasıyla beraber uluslararası ilişkilerde ciddi bir hareketlenme yaşanıyor. Bu gelişmeleri nasıl haritalandırabiliriz? İzninizle metodolojik bir peşrevle başlayayım: Karşımızda basit bir sürecin olmadığını, somut bir olayın birden fazla koşul ve etken tarafından belirlendiğini ve etkilerinin de yine birden fazla olduğunu aklımızda tutalım. Koşullar, etkenler ve sonuçların birbirleriyle mantıksal bir tutarlılık içinde olmadığını, tersine hem birbirleriyle hem kendi içlerinde çelişkiler barındırdıklarını unutmayalım. Hayatın vazgeçilmez kıvrımlarını elindeki analitik aletle ütülemeye çalışanlar, uğraştıkları malzemeyi mutlaka berbat eder. Gözlemlediğimiz çelişkilerden, tutarsızlıklardan rahatsız olmamak lazım. Tersine bunlar gözlemlerimizin en nadide mücevherleridir. Diyalektik bu çelişkileri ortaya çıkarma, billurlaştırma sanatıdır.

Savaşın uluslararası etkisini gözlemleyebilmemiz için öncelikle uzun dönemli gelişmelerle kısa dönemli gelişmeler arasında bir ayırım yapalım. Annales Okulu’na atıfla dinamikleri üç planda ele alalım:

  1. Uzun-dönem (longue durée): Bu analitik düzlemde olayları içinde bulunduğumuz tarihsel çağ içinde değerlendirelim, yani kapitalizm çağı. Gerek güncel siyasi sorunların kökeni gerekse bunları yorumlamaya çalıştığımız kavramlar bu çağın ürünüdür. Dolayısıyla analizin temel hedefi, gündelik bilince yani toplumsal ideolojiye hakim olan kavramların tarihselliğini ortaya çıkartarak eleştirmektir. Ukrayna kriziyle beraber yeniden dolaşıma giren Doğu-Batı ikiliği jeopolitik ideolojinin dayandığı kavram setlerinin başında gelir. Ukrayna’nın Avrupa ailesine ait olduğundan, Rusya’nın otokratik tarihini tekrar ettiğine, Soğuk Savaş’ın geri döndüğünden, Batı’nın özgürlük değerlerini ve medeniyeti temsil ettiğine kadar dolaşımdaki bütün söylemlerde bu Doğu-Batı ikiliğinin izlerini görmek mümkündür. Bu kavramların eleştirisinden uzun-dönem trendlere baktığımızda sermaye birikiminin dünya ölçeğindeki örgütlenmesinin bir kez daha değiştiğini, 16. yüzyıldan itibaren Atlantik havzasında oluşan hegemonyanın sarsılmaya başladığını tespit edebiliriz. 21. yüzyılda Çin’in beklentilerden çok daha hızlı ve güçlü bir şekilde büyümesi Janet Abou Lughod’un “hegemonya-öncesi dünya sistemi” adını verdiği bölgesel ekonomik blokların birbirleriyle hem iş birliği hem rekabet içinde olduğu 13-14. yüzyıl kapitalizmine benzer bir manzara ortaya çıkartıyor. Çin’in İpek Yolu projesi bu benzerliğin bilince ve politikaya yansıyan güzel bir örneği. Ama burada bahsettiğim geçmişe bir dönüş değil. Atlantik hegemonyasının yarattığı ve modern kapitalizmin temelini oluşturan kurumlar ve kurallar geçerli. Bunun yanında insan toplumunun çoğunluğunun ilk defa şehirlerde yaşadığı ve toplumun doğa üzerindeki etkisinin dünyayı yok edebilecek bir güce ulaştığını not edelim. Çevre, iklim ve iklim değişiminin yol açacağı çeşitli olayların (pandemiler, doğal felaketler, kuraklık, açlık, göç) ve nükleer enerjinin bu yeni dönemi nasıl şekillendireceğini yeni fark ediyoruz.
  2. Orta-dönem (histoire conjuncturelle): ABD hegemonyasını bu düzlemde ele almalı. ABD Atlantik hegemonyasını Pasifik’e doğru genişleterek devraldı, ancak önceki dönemin şampiyonu İngiltere’den farklı olarak karşısında alternatif bir model olan komünist blokla mücadele etmek zorundaydı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan kurumsal yapının iki temel ayağı vardı: Almanya ve Japonya. Savaş sonrası silahsızlandırılan ve ABD’nin tasarladığı anayasalarla donatılan bu ülkeler endüstriyel altyapıları sebebiyle uluslararası iş bölümünde vazgeçilmez bir rol oynuyorlardı. Bretton-Woods düzenlemelerinde somutlaşan bu yeni yapılanmada ABD kendi piyasasını Almanya ve Japonya ihracatına açtı ve böylece Atlantik-Pasifik ekonomik havzasının merkezinde konumlandı. 1970’lerde ABD bu mekanizmanın maliyeti olan borç ve bütçe açığının yol açtığı krizi neoliberal reformlarla aşmaya çalıştı. Sovyetler Birliği’nin tasfiye ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin küresel kapitalizme entegre olduğu bu sürecin sonunda ABD dünya tarihinde ilk defa tek-kutup haline geldi. Ancak bu hegemonik pozisyonu mümkün kılan ticari ve finansal liberalleşme aynı zamanda onu sarsacak güçleri de besliyordu: Bugün ABD’ye kafa tutan rejimlerin hepsi neoliberalizmin ürünüdür. Kapitalizmin eşitsiz gelişme ve rekabet özelliklerinin zamanla Pasifik-Atlantik hegemonyasını erozyona uğratması kaçınılmazdı. Bu tarihsel bloka sadece Çin veya Rusya meydan okumuyor; bizzat blokun içinden güçler harekete geçmiş durumda. Finansallaşma, sanayisizleşme ve güvencesizleşme bloka dahil ülkelerde neoliberalizme karşı öfkeyi örgütleyen aşırı sağı güçlendiriyor. Bu hareketlerin Putin sempatisi tesadüf mü? Bunun yanında blokun bölgesel müttefikleri (örneğin Brezilya, İsrail, Suudi Arabistan, Türkiye) de dikkate değer bir şekilde hegemon devlete şantaj yapabilecek ve onu tehdit edebilecek bir manevra alanına kavuştular. En önemlisi 2008 krizinden bu yana Pasifik-Atlantik’in üç kilit aktörü (ABD, Japonya ve Almanya) izlenecek küresel ekonomi politikaları konusunda uyumsuz bir şekilde hareket ediyor. Kararları senkronize değil, 1970’lerden farklı olarak karar verici elitler ortak bir ekonomi politik dogmada anlaşabilmiş de değil. Obama’nın Pasifik-Atlantik’i restorasyon girişimleri olan Trans-Pasifik Ortaklık ve Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (Trump’ın katkılarıyla da) başarısızlıkla sonuçlandı. Biden henüz Obama’nın vizyonuna denk bir proje öneremeden önce küresel pandemi sonra savaş gündemini önünde buldu. Ukrayna krizi sonucunda Rusya’ya uygulanmaya başlanan yaptırımların Pasifik-Atlantik’e ilişkin bu konjonktürel eğilimi nasıl etkileyeceğini göreceğiz.
  3. Kısa-dönem (histoire événementielle): Putin savaş kararını iç siyasi nedenlerden ötürü mü, ideolojik saiklerle mi, psikolojik etkenler yüzünden mi, yoksa reelpolitik gerekçelerle mi aldı soruları önümüzdeki yıllar boyunca çeşitli dış politika uzmanları ve tarihçiler tarafından tartışılacak. Bu konuda herhangi bir uzlaşmanın ancak yeni bir revizyonist ekol çıkana kadar geçerli olacağını bilim tarihinden gayet iyi biliyoruz. Tabii aynı sorular Biden için de geçerli. İşin aslı, karar verici pozisyonunda olan Biden ve Putin ikilisinin bile tam olarak vakıf olamadığı karmaşık bir etkileşim sistemi içerisindeyiz. İşte orta ve uzun-dönemli perspektifler tam da bu yüzden önem kazanıyor. Hangi olay ve gelişme konjonktürel ve seküler trendlere uyuyor, hangisi uymuyor? Uyum ve uyumsuzlukların sonuçları ne olabilir? Konjonktürel ve seküler trendlerde bir değişim varsa bunu nasıl tespit edebiliriz? Olayların tarihini bu trendler eşliğinde değerlendireceğim.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa