19 Mart 2022

Diplomaside yeni paradigma ne kadar yeni?

Kiryakos Miçotakis (solda) ve Recep Tayyip Erdoğan | Fotoğraf: Mustafa Kamacı/AA

Ana teması ‘Diplomasiyi Yeniden Kurgulamak’ olan Antalya Diplomasi Forumunda Erdoğan paradigma değişikliği ilan etti. Bu yıl ikincisi yapılan forumun Ukrayna’nın Rusya tarafından işgaline denk gelmesi, ara buluculuğa soyunan Türkiye hükümetine, daha doğrusu Erdoğan’a dünya düzeni hakkındaki yönelimini kalabalık spotlar altında dile getirme imkanı verdi. Bilindiği gibi seyirciye konuşmak buralarda çok önemli, hele seçim gündemdeyken. Bu arada Türkiye’ye yönelik trafiğin artışı; Almanya, İsrail yetkililerinin ziyaretini, Biden’ın açmadığı telefonları açtığını da eklersek diplomasinin yeni paradigmasının Ankara’da yazıldığı imajı kendi iç pazarını ve satın alıcılarını artırdı.

Halbuki bundan birkaç sene önce Erdoğan kürsülerden monşer diplomasisini eleştiriyordu. Diplomasinin, eğitilmiş ve deneyimli uzmanları tarafından, kendine özgü birikim ve üslupla yürütüldüğü dış politika belli ki artık ayak bağı görülüyordu. Diplomatların monşer diye küçümsenmesi, uluslararası ilişkilerin belirli koşullardaki hukukunun artık tanınmayacağı anlamına geliyordu ki, gerçekte bu konuda ilk kazmayı vurmanın gururu Türkiye’ye değil ABD’ye aittir.

İkiz Kuleler saldırısından sonraki süreçte Bush’un adına hazırlanan ‘Önleyici Savaş Doktrini’ne göre ABD, güvenlik tehdidi daha potansiyel haldeyken, yani henüz gerçekleşmeden kendi kendine müdahale yetkisi veriyordu. Hiçbir diplomatik manevraya gerek görmeden. Bu saçmalığın sonucu Irak’ın kimyasal silah bulundurduğu gerekçesiyle, -ki yalan olduğu ortaya çıktı-, işgaliydi. Ama bunun için ne NATO’yu sürükleyebildi ne de BM’nin onayını alabildi. Etrafındaki az sayıdaki ülkeye de Uluslararası Toplum adını yakıştırdı.

Güvenlik gerekçesiyle Suriye’nin kuzeyindeki topraklara harekat düzenleyen Türkiye bu yeni güvenlik paradigması doğrultusunda hareket edecekti. ABD’nin kendi güvenliğini, sınırlarından binlerce kilometre uzakta aradığı, başka ülkelerin güvenliğini bu gerekçeyle yıktığı bir bağlamda ‘Benim güvenliğim sınırımın hemen dibinde’ diyen bir ülkeye kim ne diyebilirdi ki! Gerçi daha ali çıkarlar bir şey demeyi gerektirseydi diyen diyeceğini derdi ama, sahadaki durum buna müsait değildi. Bu yüzden, birbirlerine karşı da, ABD ve Rusya Türkiye’den yararlanmayı Türkiye’de bu iki büyük devletin presinden sıyrılabildiği anlarda hareket alanını genişletmeye çalıştı.

Şimdi ‘Güvenliğim sınırımın ötesinde’ başlıyor diyen kişi vaktiyle Türkiye’nin kendi kontrolündeki topraklara girmesine onay veren Putin. Milli Savunma Bakanı Akar aynı sözü SETA’nın Kriter dergisine verdiği röportajda yineledi: “Milli güvenlik ülke sınırlarının dışında başlar.”

O zaman nesi yeni bu paradigmanın? Tabii bağlamı. Ukrayna-Rusya krizinin sonuçları Karadeniz’in kontrolü, Montrö ve Suriye’nin akıbetiyle de ilişkilendiği ölçüde bu kriz Türkiye yönetiminin kurguladığı güvenlik sorunuyla alakalı. Fakat Suriye’de uygulanan yayılmacı proaktif politika o zaman sınır ötesi müdahaleyi şimdi ise sınır ötesi ara buluculuğu gerektiriyor. Yani her durumda öncelik sınır ötesi güvenlikte, halkların kardeşliğinden filan değil. Daha önce oturduğu masalara sorunun birinci dereceden muhatabı olan Kürt oluşumlarını yaklaştırmayan Türkiye şimdi pek de gerekmediği bir masaya en önce koşturuyor.

Fakat bu tek başına kendi başarısı değil. Açıkçası Doğu Akdeniz’den Karadeniz’e uzanan su yolunun kontrolündeki pozisyonu; Suriye, Kafkasya, Karadeniz kıyılarındaki paylaşım alanlarıyla dolaylı dolaysız bağlantıları Türkiye’yi bir yandan ABD’nin dayattığı ilişkileri zorlayarak İsrail, BAE ve Mısır ile terbiye ediyor. Diğer yandan bölgede Türkiye üzerinden yeni paradigma çiziliyor.

Türkiye hem bir NATO ülkesi hem de bir gözü Avrasya’da. ABD’den F34 Rusya’dan gaz ve S-400 alıyor. Ukrayna’ya SİHA satıyor. Borçlanarak manevra yapmaya alışmış bir yönetimi var. Bunun şantaja açık bir yönü olduğu ise ayrı konu. Bu özelliği Ukrayna krizinde tam yerini buldu sayılır. Avrupa’daki dengeler Türkiye’nin arada deredeki enerjisinin ara buluculuğa yönlenmesinden memnun görünüyor. Rusya da öyle. Biri Türkiye’nin Atlantik, diğeri de Avrasya kampında kalmasını istemiyor.

Bu paradigma çok da yeni değil aslında. Jeopolitik pozisyonunun Türkiye’ye reva gördüğü, sonuçta devletin genetiğine yazılmış eski bir paradigmanın tekrarı. Tarihsel koşullar aynı olmasa da Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı’ndaki cephelerden hiçbirine dahil olmamasını uygun gören sadece kendisi değildi. Ülkeler Türkiye’nin tarafsızlığını koruma konusunda anlaşmışlardı. Müttefikler, Mihver devletleri ve SSCB kendi yanlarında duran bir Türkiye’nin diğerinin tehdidi altında olacağını biliyorlardı, Ama karşı cephede de yer alması doğru değildi. Tahrip olmuş bir Türkiye stratejik bir kazanım olmayacaktı. Türkiye’ye tarafsızlık düştü. İnönü bizi savaşa sokmadı şablonunun bir yönü de budur.

Tarih tekerrür etmez elbette. Ama eskinin de yeni paradigmanın da pek öyle Türk buluşu olmadığını hatırlamak gerekir. Tarafsızlık, proaktif, etkin ara buluculuk, aktif diplomasi vb. hangi pradigmadan geçilirse geçilsin Türkiye eninde sonunda pazarın sınırlarını yeniden belirlemek anlamına gelen paylaşım mücadelelerinin, kendi taleplerinin peşinde bağımlılığının izin verdiği ölçüde dolaşan ama bu sınırları hep zorlamaya çalışan unsurlarından biridir.

Unutmamak lazım diplomasi savaşın üsluplu devamı sayılır.

İLGİLİ HABERLER

Evrensel'i Takip Et