27 Mart 2022 00:53

Kolay filizlenirdi, ekmedik: Sevgi tohumu

Fotoğraf: Pixabay 

PAZAR
Paylaş

"Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: “Yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen..?​” Öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar."

Yukarıdaki satırları alıntıladığım Budala romanının 154. yılında, soruyorum kendime Dostoyevski'nin bahsettiği devir kaç yüz yıl daha sürecek?

İyilik isteyenlerin bin yıl sonrası için diktikleri ağaçların ekmeğini yedik hep birlikte ama sonuna geliyoruz. Buradaki yarın kelimesi gerçekten yarını işaret ediyor ama bugünün kavgasında yarın sürekli aklımızdan çıkıyor.

İyiyi, Herman Melville şöyle anlatıyordu:

"İyi bir şeyler yaptığında, iyilik gören ne kadar nankörlük yaparsa yapsın, insanın vicdanı hiç nankörlük yapmıyor.  "

Sorun; iyilik kadar vicdanın dönüşümünde de. 

Hata yapmadığını düşünen vicdanını rahat hissediyor. Oysa hiç risk almamış, hiç eyleme geçmemişlerin işidir genelde hatasızlık.

“Hiç hata yapmadığınız haftalar hiçbir şey öğrenmediğiniz haftalardır.” demişti Doğan Cüceloğlu. Bir büyük eksiklik şimdilerde yokluğu.

Hata payı, deneyenlere dair ve çoklu bir denklemin hesabı. Bir bitkinin hatası olmaz. Su vermezsen kurur, güneşe koymazsan solar. Bitti gitti.

Sürekli hata aramak biteviye eleştirmek ama hiçbir şey denememiş olmak, bitkisel bir yaşam gibi geliyor artık bana.

Ece Temelkuran'ın 2011 yılında bir televizyon programındaki isyanıydı:

“Siz nasıl bu kadar zalim oldunuz?

 Ne zaman oldunuz?

 Ne zaman zalimin yanında bu kadar saf tuttunuz?

 Bir zamanlar bu ülkede insanlar güçsüzlerin yanında saf tutardı.

 Biz bir zamanlar kaybeden takımları tutardık,

 Ne oldu da siz her zaman kazanan takımları tutmaya başladınız.”

O günden bu yana bu cümlelere duygudaş hissetmediğim tek bir gün olmadı.

Yalnızca zalimden yana taraf tutmak da değil artık, emeğin, bilginin, iyiliğin, cesaretin, hakikatin cezalandırılmadığı tek bir gün olmadı.

Ve sonunda değersizleştirme stratejisi sokağa kadar indi.

Ne zaman yitirildi yaşama olan saygı?

Sadece sosyal medya değil, sokak da haklıdan yana durabilmek için yüzde bir milyon haklılık, yüzde bir milyar mağduriyet arıyor. 

Mağduriyet, hak, hakikat ve hakkaniyet için bir ön koşul değildir oysa.

Birlikte yürümek için ruh ikizlerini arıyor herkes, önlerine düşmesi için de liderlerin liderini; yani hiç hatası olmayanı, sesi hiç düşmeyeni, kaya gibi sert, pamuk kadar yumuşak, aklından geçenle diline vuran arasından su sızamayanı, strateji ustası, iyilerin iyisi, cesurların cesuru, hatiplerin hatibi, hocaların hocası…

Herkes teoride destan yazıyor, pratikte sahada in cin top oynuyor. Çünkü eyleme geçmek için kendi içindeki kavgadan galip çıkmak ya da kendi içindeki sulhu sağlamış olmak gerekir.

Diğer türlüsü daha kolay; boşvermişliğini teorize et, ümitsizliğin bayrağı aç, eleştirilecek bir kulp bul ve düzenini bozmamanı, akışa kaptırmış olmanı haklı çıkar. Karşındakiyle kavga etmek varoluşunla kavgadan daha kolay nasılsa.

Kiminle kavga edersen et sonunda insan evde kendisiyle kalır, kendinle tartışmamayı tercih etmek kolay.

Kötümserlik efor istemiyor, zaten yeterince kötülük var, var olanın değişmeyeceğini kabul etmek yeterli. İyimserlik ise hayal gücünü çalıştırmayı gerektiriyor; çözümlere odaklanmayı.

Yetmiyor; bir parçası olmak gerekiyor çünkü üzerine düşünüp kimseyle paylaşılmayan, hayata geçirilmeyen öneri, bir çözüm yolu değil.

Tartışmak haklı çıkmak için yapılıyor sanılıyor. Tartışmak ortak aklı bulmak için, hakikate varmak için, kendi eksiklerimizi görmek için, fikren çoğalmak için de yapılır. Haklı çıkmak tek taraflı konuşmaya yaslanıyor, dinlemek ve anlamaya çalışmak çabasından kendini muaf saymak kolay.

Bugünün tartışmalarına bakınca, haklı çıkma, yeni bir söz söylemiş olma, bilgili olduğunu ispat, bir şeylerin risksiz parçası olma arzusu gibi görünüyor.

Fayda üretme, çözüm sunma, ikna edilmeye açıklık, ikna etmeye sabır gibi başlıklar yok, atışma var, hakir görme, aşağılama, kibir vesaire.

İnsan kazanmak için değil harcamak için yapılan sözlü-yazılı yargılamalar gibi.

Ve hepsi düzenin ekmeğine yağ sürüyor sanki.

"Siz burada şu başlıkta birbirinizle tartışadurun, burada bir kısım karşıtımız insan muhakkak itibar kaybedecektir nasılsa. Her tür bize yarar. Biz de işimize bakalım bu sırada. Şurada kalan son bakir koylar için bir ihalemiz vardı, şurada da eğitimi dincileştirebilmek için yeni bir önerimiz."

İçinde iyilik nüvesi olanlar bu tartışmalarda yorulur, yıpranır, bazıları havlu atar, bazıları harcanırken, bir faşizm dört nala koşar üzerimize.

Grossman, çok basit izah etmişti durumu:

“Faşizm ve insan bir arada yaşayamazlar. Faşizm galip geldiği zaman insanın varlığı sona erecek, sadece içi değişime uğramış, insana benzeyen yaratıklar kalacaktır. Ama özgürlük, akıl ve iyilik giysisini sırtına geçirmiş olan insan galip geldiğinde faşizm ölecek ve boyun eğenler yeniden insan olacaklardır.”

Biz bu tartışma gündemi ve üslubuyla galip gelemeyiz. Kendi içinde de faşizmin nüveleri saklanıyor.

Anlamayı, hak vermeye çalışmayı, emeğe ve mücadeleye saygıyı, insan sevmeyi unutuyoruz ya da savunmuyoruz.

Bazen camı açıp sokağa bağırmak istiyorum: Siz böyle insanlar değildiniz! Siz ne zaman bunca koşula bağladınız o çok kıymete bindirdiğiniz sevginizi?

Sizin sevginizin bütün evren karşısında ne büyük bir önemi var ki damlayla bile vermekten kaçınıyorsunuz?

İyi insan, iyiliğini koşula bağlamayandır. İyi insan mısınız gerçekten düşündüğünüz kadar?

Yoksa sadece pasif misiniz?

Bu sıralar neşeli yazılar yazamıyorum. Nasibimi aldığımı hissediyorum vurdulu kırdılı tartışmalardan.

İçindeki sitem kızgınlığa, kızgınlık öfkeye dönüyor zaman zaman. Bu sıralar, kendimle kavgam bu.

Pesimistliğe yenilmiş, boş vermiş, bilenmiş bıçak gibi harcayacak insan arayan, başkalarının hataları üzerinden kendi yaşamadıklarını aklamaya çalışan, cahili eleştirirken kendisi yeni tek bir bilgiye bile tok, gülmeyi ayıplayan, neşeyi hor gören, hiçbir zevki hiçbir kimseye hak görmeyen, tüm duygularını onlarca koşula bağlamış ama bu iktidardan yana da güya hiç olmamış, kazanmaya değil en büyük kaybeden olmamaya odaklanmış, aslında eğitimli, aslında değişimi örgütleyebilecek, aslında baharı getirebilecek milyonlarca insan var.

Umut bir şişede satılsa, elimdeki avcumdakini satıp alsam kasalarca, herkese ısmarlasam, için benden birer şişe, gerçekten lazımsınız bize diyebilsem...

Dalga geçerlerdi benimle, Gezi'de şiddet uygulayan polise börek ikram etmişim gibi.

Ama umut şarabından bir içseler işte, dönecekti başları, dönecekti fikirleri, açacaktı güneş, kapılacaktık güzel bir melteme.

Yaşamı güzel kılan her şeyi ve iyi bir yaşama büyük emek vermiş herkesi dört koldan savunmaya başlardık.

Aydın Engin'i kaybettik.

Sorardım kendime, bu yaşıma geldiğimde bu umudu, bu neşeyi ve bu azmi koruyabilecek miyim acaba ben de?

Bir mesleğe ömrümüzden uzun emek verseniz kolayca insan övebilir misiniz? Cezaevlerine defalarca girip çıkmış olsanız, hiç tecrübe dayatmadan haksız tek bir gözaltıya bile karşı durur musunuz? Sürgünü yaşamış olsanız şimdilerde semtini bile savunmayanlara sakince laf anlatabilir misiniz? 75 yaşında sabaha karşı evinizi bassalar, dilinize kin vurmadan gülerek mücadeleye devam edebilir misiniz? 80 yaşında gelseniz de hala memlekete emek vermek için uykusuz kalır mısınız? Yetiştiğini göremeyeceğiniz zeytini eker misiniz?

Ekilen zeytinin kesilmesine bir cümle söyleyince vicdanı rahatlamış sayanlara sormak isterim.

Sade bir tören istemiş Aydın Bey, çoğumuzun belki haberi bile olmadı ama hınca hınç Çengelköy mezarlığı.

Oya Hanım'ın hislerini düşünmek bile hıçkırıklar oturtuyor boğazıma. Şöyle diyordu mezarı başında:

"Gelenlere, gelememiş ama düşünmüş olanlara teşekkür etmek istiyorum. Aydın'ın bu kadar sevildiğini bilmiyordum. Herhalde birileri çok kızıyordur ona diye düşünüyordum. Kendisi duysaydı, görseydi ve hissetseydi dünden beri ne kadar sevgi seli içinde uğurlandığını, çok memnun olurdu."

Bu ülke için sekseni aşkın süre yaşamını bir kenara bırakmak, işkence, cezaevi, sürgün yaşamak ve sevildiğini tahmin edememek…

Dayanaksız kibirleriyle, yılgınlıklarını, kendi kaybedişlerini saklamak için eleştirileri mızrak yapanlar, gidenlerin bu adanmış ömürlerinin bıraktığı boşluğunu dolduramayacaklar.

Galip gelmek için hak edilmiş saygılara sahip çıkmak gerekti. Bir mana arayacaksak bu çabayı onlar hak ediyordu.

Faşizmin ekmeğine yağ sürdük; sevgiyi ve saygıyı tükettik ilkin. İyiliğin asli koşullarıydı.

Sevgi en kolay filizlenen, en kolay büyüyen tohumdu ve sevgi anlaşmak koşuluna da bağlı değildi.

Biz sevmeyi, sevgiyi göstermeyi, savunmayı unuttuk, binlerce koşula bağladık tüm iyi niyetlerimizi.

Hani şimdilerde çok yayılan bir dizi repliği var ya:

"Kardeşim ben senin yılgın bir hoşgörüyle beni benimsemene mi kaldım?" diye.

Bu ömürler sizin yılgın bir hoşgörü ile benimsemenize kalmadı, üzülseler de devam edebilmek en iyi bildikleri şey. 

Ama bilin isterim ki bu memleketin kurtuluşu; hiç yıpratılmamış bir sevgiyle, koşulsuz bir dayanışmayla, dünde bırakılmış bagajlara yarım gözle bile bakmadan, 

acabalara takılmadan, yılgınlığın pasifliğine kapılmadan, yan yana durabilmemize bağlı.

Esirgediğimiz her sevgi, asıl bizden götürüyor, bizdeki kökü kuruyor.

Seven, sevdiklerine, sevdiğini söylesin.

Yeterince eksildik, acelemiz var, bu neslin o baharı görmesi lazım, acelemiz var, çocuklarımız büyüyor, acelemiz var, gençler ülkeden gidiyor, acelemiz var, dolaplar boşalıyor, acelemiz var koylar, dereler, ormanlar elden gidiyor, acelemiz var oksijenimiz bitiyor.

Tohumları şimdi eksek, seçime kadar belki ancak yeşerir.

İçimdeki kavgadan galip çıkıyorum; darısı başınıza.

Korkmadan söylüyorum: memleketi ve insanlarını hala seviyorum.

Öfkemizin adresi birbirimiz değiliz.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa