Vah zavallı devlet vah!

Fotoğraf: Eren Ergine/Evrensel

Kapitalizmde devlete acıyorum. Vatandaşlar devletten birçok hizmet ve yardım bekliyor, devlet bu beklenenleri veremeyince de devlet nerede diye şikayet ediyor. Oysa devlet tüm haşmeti ile yerli yerinde ve görevinin başındadır. Eğer devlet görevinin başında ise devletten hizmet bekleyen vatandaşlar niçin şikayetçi oluyor ki? Demek ki, bu işte bir yanlışlık var; ya devlet görevini bilmiyor, ya da vatandaşlar devleti iyi tanımıyor, görevlerinin ne olduğunu kestiremiyor.

Devlet kavramı genellikle aklımıza örgütsel bir yapıyı salar. Ekonomi, sosyoloji ve siyaset bilimlerinde devlet olgusu farklı açılardan ele alınarak, genellikle toplumsal bütünlüğü ve yönetimi sağlayan örgüt olarak nitelenir. Hukuksal açıdan ise devlet, hareket alanı ve yetkilerinin anayasalarla sınırlanması gereken, Hobbes’un Leviathan’ı, ya da canavarıdır. Aslında devlet ne bir melek, ne de bir canavardır. Devlet farklı dönemlerde farklı işlevlerle yükümlü topluma egemen şekilsiz bir yapıdır. Evet, devlet toplumların yönetiminde tarih boyunca rol almış bir örgüt olarak, yüzeysel örgütsel ve hukuksal görüntüsünün ötesinde, çeşitli politika araçlarıyla çok ciddi misyonlarla donatılmış gizemli bir yapıdır. Devletin gizemli yapısıdır ki, halkın büyük çoğunluğu ne yapısı ne de işlevleri hakkında kesin bilgi sahibi olamamaktadır. Devletin bu gizemli yapısı onun işlevsiz olduğunu göstermez, tam tersi, çok kutsal işlevinin kamuoyu tarafından anlaşılmadan yerine getirilmesini sağlar.  

Peki, nedir devletin görevi? Önce bu gizemli aygıta biraz daha yakından bakalım. Bir kere devlet aygıtı ikili yapıya sahiptir. Devlet aygıtının gizemli görüntüsünü bu ikili yapı oluşturur. Yapı bir yönü ile topluma devletin kutsallığını pompalarken, diğer ve asıl işlevsel yönü ile de sistemi koruyup kotarma görevini hakkıyla yerine getirir. Devlet, aslında politika ve amaç bütünlüğü, tutarlılığı ve devamlılığı ile sistemin beyinsel dokusudur. Demek ki, devlet sistemin emrinde sadık ve yılmaz bir bekçidir. O zaman devleti sistemle tanımlamak gerekir. Çok açık ve net olalım: Devletin asıl görevi halka hizmet ya da halkla bütünleşmek değildir, devletin asıl görevi kapitalizm ruhu ile özel sermayeyi kollamak ve donatmaktır. Devletin sistem bekçiliği ne yasalarda belirlenir ne de uygulamada açık seçik görülebilir. Devletin, kutsal görüntü arkasında görevini ifa edebilmesi, ekonomik sistemin koruyucu hukuksal yapısının kurulup, devletin sermayenin hukuku ve çıkarını koruma bekçiliğine getirilmiş olmasıyla gerçekleşir. Böylesi yapılanma içinde çalışan devlet, yani sistem hukukunu uygulayan devlet halk tarafından, maalesef, hukuk devleti olarak anılır ve yüceltilir. Ne var ki, devlet, adalet aygıtı ile şekilsel hukuku korurken “hak”kı değil, aslında sistemi korumaktadır. Bu süreci hukuk devletinin işleyişi olarak yücelterek kendisinin korunduğunu düşünen halk, aslında sistemin ve devletin işleyiş amaç ve mekanizmasını görememektedir. Basit hırsızlık olayını cezalandıran devlet hukuka saygılı davrandığı gerekçesiyle yüceltilirken, üretim sürecinde emekçinin hakkını çalan patron görülemez dahi, çünkü hırsızlığın tanımı, patronun emek üzerindeki hırsızlığı dışında yapılmıştır. Mülkiyet hakkı, daha de netleştirirsek, üretim araçları üzerinde mülkiyet hakkı, patronun emek sömürüsü hırsızlığının meşrulaştırılmasından başka bir şey değildir.

Devletin göstermelik kutsallık misyonu örtüsü altında yürüttüğü asıl işlevi  siyasal iktidar ya da hükümet tarafından yerine getirilir. Başka bir deyişle, devlet ana-doku, siyasal erk ya da hükümet ise ana dokunun örtülü hedeflerini gerçekleştirmeye memur ajandır. Ana doku ile siyasal ajan arasındaki hiyerarşik ilişki bir açıdan halk nezdinde devlete gizemli görüntü oluştururken, diğer açıdan da sermaye yanlı kutsal işlevin örtülü şekilde gerçekleştirilmesini sağlar. Devlet olgusu ile siyasal erk aynı hizmetle görevli olduğu halde, halk devleti kutsal görüp aklarken, devletin asıl görevini yerine getiren siyasal erki suçlar.  

Peki, devlete atfedilen misyon ya da kutsal görev nedir? İşte bu sorunun yanıtı devletin patronu olan sermayenin korunması ve birikim yaparak büyümesine hizmet etmektir, şeklinde verilebilir. O öyle bir hizmettir ki, devletin bekası bu hizmetin sadakatine bağlıdır, çünkü kapitalist devlet vergi devletidir, aldığı vergilerle topluma hizmet sunar ve sunduğu hizmetin kalitesine göre de siyasal gücünü korur. Kapitalizmde işin en ince yeri tam da burasıdır. Patron işi kurup topluma ürün üretimine geçerken emeği sömürür. Devlet aygıtı bu hırsızlığı sadece görmezden gelmekle kalmaz, aynı zamanda misyonu gereği meşrulaştırır da. Doğru ya, devlet vergiyi zenginden, yani kapitalist patrondan alacağına göre, hırsızlığı görmezden gelmesi çıkarınadır. Üstelik devletin patronun yaptığı hırsızlığı görmesi devleti suçlu konuma da sokar. Bu koşullarda devlet açısından en iyisi, hırsızlığı görmeyip, vergi tahsiline devam etmek gibi gözüküyor. Peki, vergiyi veren patron mudur? İşin ilginci, hayır; vergi gelirlerinin çok büyük bölümü emekçi tarafından ödenmektedir. Başka bir deyişle, emekçi önce patron tarafından, ikinci hamlede de devlet tarafından sömürülmektedir. Bir kademe daha ilerleyelim, vergiyi veren emekçi, verdiği verginin karşılığını alabilmekte midir? Bu sorunun yanıtı da olumsuzdur. Kısacası, emekçi ürettiğinin bir bölümünü patrona kaptırmakta, sömürüden arta kalan bölüm üzerinden bir bölümünü de vergi olarak devlete kaptırmaktadır. Devlet bu para ile ne yapar diye sorguladığımızda, karşımıza yine sermaye çıkmaktadır. Devlet bu paranın büyük bölümü ile emek ve yoksul halka değil, varsıl kesime türlü çeşitli yollardan destek sağlar.

Günümüz uygulamalarından örnek olarak, devletin tasarruf sahiplerine kur garantisi vermesi sonucunda, aslında yoksul kesim zengin kesimin daha da zenginleşmesine katkı yapmış olmaktadır. Peki, bu katkı devlet eli ile yapıldığına göre, devlet halkın mı, yoksa sermayenin mi hizmetindedir. Ne hazindir ki, yoksul kesim varsıl kesimin tasarruflarına sağlanan döviz garantisi desteğinin kendisi ile bir ilgisi olmadığını, bu paranın devlet tarafından ödendiğini sanmaktadır. Devletin kendi kasası ya da mal varlığı yok ki bu ödentiyi kendi kasasından yapsın. Devlet vergi alır ve verginin büyük bölümü de yoksul kesim tarafından ödeniyorsa, bu süreçte devlet eliyle yoksuldan varsıla kaynak transferi yapılıyor demektir. Bu durumu çok net algılamamız gerekmektedir.  

Varsıla kur garantisi sağlayan devlet, ücretliye, hele de asgari ücretle canı pahasına çalışan emekçilere yüksek enflasyon nedeniyle eriyen maaşlarını desteklemek üzere sık aralıklarla yeniden değerleme yapıyor mu? Hayır yapmıyor; zaten emekçiye sık maaş ayarlaması, varsıla verilecek kur garantisine zıttır. Peki, durum bu ise, bu siyasi yapıyı, kutsal devlet algılaması altında destekleyen kimdir?

Vah zavallı devlet vah, kapitalist sistemde sermayenin emrinde binbir kılığa girerken, kendisini yüksek makamlara taşıyan halka sırtını dönmektedir. Bu süreci, gelecek yazıda yap-işlet-devret ve kamu-özel ortaklığı anlatımıyla bir başka açıdan ele alalım.   

Evrensel'i Takip Et