Truva atı

Neoliberal akımın ilk dönemleri idi; devletin büyük olduğu, vergilerle toplanan paraların sorumsuzca harcandığı gibi iddialar havada uçuşuyordu, yolsuzluk iddiaları ile karışan böylesi söylentilere dayanılarak bu gidişata bir dur demenin zamanının gelmiş olduğu toplumu ikna edercesine ileri sürülüyordu. Ne gariptir ki, ne devlet küçüldü, ne de vergi gelirlerinin harcanmasında siyasilerin sorumluluğu tarihsel aşama kaydetti. Zira devlet, geçmişe göre daha da büyüdü ve siyasilerin kamusal kaynaklar üzerindeki sorumsuzluğu öylesine yükseldi ki, siyasilerden hesap sorabilecek bugünkü nesle ilaveten gelecek nesillerin de kaynaklarına uzanıldı, doğal olarak onların siyasi tercihleri alınmadan. Var olan nesil siyasilerden hesap sormayınca, siyasilerin gelecek nesle uzanması etiksel değil ama piyasacı mantığa uygun olmaktadır.

Devlet ve piyasa ilişkisi olabilir mi, diye düşündüğümüzde, yanıt olumlu olur. Şöyle ki, devlet piyasa düzenleyicisi, hatta bazı kurumlarıyla piyasa yapıcısı dahi olabilir. Kapitalizm öncesinde merkantilist dönemde İngiltere donanması İngiliz kumaş tacirlerinin dünyaya hakim olabilmesi için destek vermiştir. Çoğu kapitalist ekonomilerde ekonomiyi korumak amacıyla koruyucu devlet politikaları uygulanmıştır. Gümrük duvarları kuran devlet sanayileşme süreçlerinde dış rekabeti önleyerek gelişen sanayilere destek vermiştir. Geçmişin baba devlet kavramı, ekonomiyi koruyucu politikalar uygulayan devlet için de kullanılmıştır.

Sermaye yerinde duramayan, devamlı büyüme ve yayılma dinamiğinde gelişen bir garip dokudur. Büyürken devletin korumasını alan sermaye büyüdükten sonra devlete kimi zaman açık kimi zaman örtülü talep, hatta emirler yağdırabilmektedir. Bir zamanlar sermayeyi himayesine almış olan devlet günümüzde tüm bu emirlere boyun eğmek zorundadır. Burada biraz düşünelim, acaba devlet mi sermayeyi oluşturdu, yoksa sermaye mi devleti yarattı? Bir proje olarak kapitalizmin devleti, geçmişte sermayeyi korurken de, günümüzde sermayenin emrine girerken de sermayenin emir kuludur, farklı zaman ve koşullarda farklı işlevlerle devlet daima sermayenin emrinde olmuştur. Zaman zaman sermaye ile çatışır görüntüler veren devlet amorf yapısı ile daima toplumun aleyhine, sermayenin lehine çalışır, çalışmıştır. Sebep, devletin sermayenin değil, sermayenin devletin velinimeti olmasıdır. Görüntüyü daha da netleştirmek için, biraz zorlamacı olsa da, devletin sermayenin siyasal-yönetsel aracı olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir.

Çok hızla ilerleyip, günümüze geldiğimizde siyasette sermaye başatlığı yap-işlet-devret ve kamu-özel ortaklığı projeleri ile ulusal ve uluslararası düzeyde netleşmiştir. Bu tür organizasyonlarda her ne kadar devlet eşitler arasında başat olarak anılıyor olsa da, son kararda sermaye duruma hakim olmaktadır, çünkü meselenin özünde, yüzeyde göründüğü gibi sermaye-devlet ilişkisi değil, piyasa-devlet ilişkisi yatmaktadır. Piyasa ajanı olan sermayenin devlete başatlığı halkın çıkarı doğrultusunda değil, sermaye birikimi doğrultusunda gerçekleştiğinden, birikiminin sıkıştığı aşamada sermaye devleti sınırlayıcı güce ve konuma geçer. İşte, yap-işlet-devret ve kamu-özel ortaklıkları sermayenin devleti alt ettiğinin net görüntüsüdür. Vah zavallı devlet, iyi ki durumu idrak edemiyor ya da sermaye siyasileri durumdan azade kılıyor!

Peki, tüm bu anlatımlarda Truva Atı’nın yeri ve işlevi nedir? Bunu netleştirecek olan içinde yaşadığımız tablodur. En son ulaştırmaya gelen zamlar ve tabii bu aşamaya gelene dek yaşadığımız tarihsel enflasyon. Ne ilginçtir ki, bu kadar altyapı yapılırken, bir yandan halkımız oyları ile siyasileri destekliyor, diğer yandan da ekonomik çöküş yaşanıyor. Halkın oyları ile desteklediği Truva Atı bu duruma hakim, ya da engel olabilir mi? Bir şartla olabilir. Siyasal yapı Truva Atı değil, halkın iktidarı olursa! Diğer bir deyişle, siyasal-yönetsel aygıtlar piyasanın değil, halkın hakimiyetinde, yani duruma ve gidişata başat olacak şekilde yüzü halka dönük kamucu bir siyasal yapı işbaşında olursa.

Hatırlayacağız, bir zamanların çok uluslu sermaye (ÇUS) yapısı gündeme gelmiş ve karşı çıkmıştık. Halk zafer kazandı mı? Yer altı zenginliklerimize hakim olabildik mi? Bergama altın haramilerini, Kaz Dağlarını tıraş ederek madenleri çalan, aynı pozisyondaki birçok yabancı şirketleri kendi jandarmamız korumuyor mu? ÇUS olgusunun yanına bir de MIGA olgusunu koyarsak, tepemizde sallanan Demokles Kılıcı’nı anlarız. Yerli yabancı büyük sermaye şirketleri girişimlerini çeşitli toplumsal ya da mali riske karşı korurlar. MIGA, sermayeye bu hizmeti sunan sigorta sistemidir. Londra’da tüm taahhütler söke söke alınır ifadesinin altında bu gerçek yatıyor. Bildiğimiz yatırımlar bu koşullarda yapılırken, siyasiler seçim vitrinine ürün koyarken, sermaye ve devlet el ele hem bizim hem de torunlarımızın omuzuna yük yıkmaktadır. İşler bitince, doğal olarak, fatura önümüze koyulmaktadır.

Şimdi şöyle bir düşünelim. Bir anda dolar 18 lira dolayına çıktı, sonra derhal 14 lira dolayına indi. Bu bir operasyondu. Bu operasyonda iki hamle birden gerçekleşti. Birincisi, geriye dönmemek üzere fiyatlar yükseldi; ikincisi de müdahale ile dolar geriledi, fakat eski düzeyinden yüksekte kaldı, yani halkın indirimli satışlardan bildiği gibi, kur şiddetle yükseltildi, biraz indirildi, fakat eskiye göre yüksekte kaldı, yani kur reel olarak yükseltildi. Şu halde sonuç ne oldu? Fiyatlar ve döviz kuru yükseldi, fakat hatırımızda doların ani düşüşü kaldı. Döviz kurunun ve fiyatların yükselişinin, bir dizi iç ve dış koşullar yanında, ana sebebi ne pahasına olursa olsun seçimi kaybetmemek amacıyla seçim vitrinine mal koymaktır. Ekonominin genel verimliliği vitrine koyulan malların bedelini karşılayamayınca kur da fiyatlar da yükselir. Bu durumda niye siyasetten yakınıyoruz ki, yerli ve yabancı sermayenin yükünü yüksek kâr ve çıkar hırsıyla var olan ve gelecekteki halkın sırtına yükleyen bu siyasi yapıya biz oy vermiyor muyuz?  

Evrensel'i Takip Et