14 Nisan 2022 00:00

İstanbul Film Festivali Günlükleri- 1: Avrupa’nın karanlık çağı

Rodos Heykeli filminden bir sahne 

Paylaş

İstanbul Film Festivali tüm hızıyla sürüyor ve ortasına geldik. Geride kalan günlerde izleme fırsatı bulduğum filmlerden bazılarına dair kısa değinmeler yapmak istiyorum.

Öncelikle festivaldeki ana gündemimin Sergio Leone toplu gösterimi olduğunu belirteyim. Büyük ustanın “Rodos Heykeli” hariç bütün filmlerini birçok kez izlemiş olmama rağmen perdede görme fırsatını yakalayamayan kuşaktanım. Haliyle festival programı açıklandığında beni en çok heyecanlandıran bu bölüm olmuştu. Bu minvalde ilk olarak “Rodos Heykeli”ni izledim. Sergio Leone’nin 1961 tarihli ilk kez kamera arkasına geçtiği bu filmi, dönemin sinema ruhunun bir yansıması gibi. “Harp ve Sulh” (1956), “Ben Hur” (1959) ve “Spartacus” (1960) gibi büyük epik hikayeler çağının ürünü bir yapım.

Bu film öncesinde senarist olarak adından söz ettiren Leone’nin ilk yönetmenlik denemesinde yukarıda andığım filmler kadar çarpıcı bir iş çıkardığını söylemek zor. Rodos Adası’nda geçen bir iktidar mücadelesini, meşhur heykel üzerinden ele almaya çalışıyor yapım. Rodos Heykeli’nin yalnızca ‘dünya harikası’ bir yapı değil aynı zamanda bir iktidar aparatı olduğu fikri oldukça parlak. Yapım maliyetli görülse de çağdaşları kadar yüksek bütçeli olmadığı anlaşılıyor bugünden bakınca. Filmin sıkıntısı çok basit bir hikaye anlatıyor olması. Saf bir kral, gizli bir ajandası olan yardımcısı, onlara karşı ayaklanan asiler ve güçlü müttefikleri… Tarihsel bir karaktere, olaya dayanmayan bu hikayenin ‘iyilerin’ galibiyetiyle biteceğini öngörmek zor değil. Bu filmin başarısızlığının iyi bir tarafı var tabii. Leone’nin yönetmen olarak bambaşka bir yola girmesi ve unutulmaz western klasiklerini sinemaya kazandırmasıyla sonuçlanan bir başarısızlık bu!

2015 tarihli “Evrim” filmiyle hayranlığımı kazanan Lucile Hadzihalilovic bir kez daha tekinsiz atmosferleri ve çocukluğa bakan gözleriyle çıktı karşıma: “Earwig”. Heykeltıraş, Şair ve Romancı Brian Catling’in kitabından uyarlanan filme dair ilk elden söylenebilecek şey tam bir atmosfer filmi olduğu. Aynı adlı romanı okumadım ama uyarlaması hayli zor bir metin gibi duruyor. Lucile Hadzihalilovic ve Geoff Cox ikilisi bu işin altından başarıyla kalkmış. Film 1950’lerde, Avrupa’da bir yerde geçiyor. Dişleriyle ilgili sorunları olan küçük kız çocuğu Mia ve onun bakımından sorumlu Albert’in yaşadığı evin dışına pek çıkmıyoruz aslında. Albert düzenli olarak ‘efendi’ ile konuşuyor ve talimatlarını yerine getiriyor. Film, bir yanıyla savaşın travmasıyla baş etmeye çalışan Albert’in ve savaş dönemi çocuklarının trajedisini anlatırken, diğer yanıyla da karanlık bir Avrupa portresi çiziyor.

Lucile Hadzihalilovic ilk filmi “Jean-Pierre'in Ağzı” ve “Evrim”de de sorunlu çocuklar özerinden kurduğu atmosferlerle dünyanın gidişatına bakmayı deniyor ve ustalıkla başarıyordu. Burada da zanaatını konuşturduğunu belirtmeden geçmeyelim. Benim açımdan tek sıkıntı filmi sabah 11.00 seansında izlememdi. Zira o saatler için fazla karanlık ve hezeyan dolu.

İşte festivalde sayıları hayli fazlaymış gibi görünen bu ‘hezeyanlı’ filmlerden becerilememiş olan da var. Örneğin “America Latina”. D’Innocenzo kardeşlerin 2021 Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan için yarışan bu son filmi, bir tür paranoya/ çıldırma öyküsü. Hali vakti yerinde bir Diş Hekimi Massimo filmin ana karakteri. Lüks villasında eşi ve iki kızıyla birlikte kalıyor. Bir gün bodrum kata indiğinde direğe bağlanmış genç bir kadın görüyor. Kadının oraya nasıl geldiğini anlamayan Massimo, nedense bu duruma ayak uyduruyor ve kızı rehin tutmaya devam ediyor. Bu tercih, seyirciyi ikilemde bırakıyor kuşkusuz. Massimo’nun yaşadıklarının kafasındaki kurgudan mı ibaret olduğu, yoksa evdeki diğer insanları korumak için mi böyle davrandığını anlamamız zorlaştırılmak isteniyor. Ama o kadar da zor olmuyor olabilecekleri tahmin etmek. Bir de çok da özgün olmayan bir kamera kullanımıyla atmosfer yaratma çabalarını buna ekleyince film beklentiyi karşılayamıyor maalesef.

İlk gösterimi Berlin Film Film Festivali’nde gerçekleştirilen Ulrich Seidl imzalı “Rimini” ise, yönetmenin bir kez daha Avrupa yaşam biçimini paramparça ettiği görkemli bir taşlama. “Im Keller” ve “Safari” gibi belgesellerinin yanı sıra kurmacalarıyla da Avrupalı kimliğini eşelemeyi ve özellikle ülkesi Avusturya’nın karanlığında gezinmeyi seven Seidl bu kez düşmüş bir pop yıldızına odaklanıyor. Veronika Franz ile planladıkları iki filmlik hikayenin ilki olan “Rimini” adından da anlaşılacağı gibi İtalya’nın bu deniz kasabasında ama kışın geçiyor. Düşmüş bir pop yıldızı olan Richie Bravo bu kasabada sahne almakta, yalnız kadınlara para karşılığı yarenlik etmektedir. Ama bir anda yıllardır görmediği kızı ortaya çıkınca bütün dengesi bozulur. “Rimini” çok daha uzun bir değerlendirmeyi hak ediyor, vakti gelince yaparız onu da. Ama özetle savaş sonrası Avrupa’sının üç kuşağının arızalarına, kimsesizliklerine, kaybolmuşluk ve yalnızlıklarına bildik soğukkanlı ve acımasız bakışını atıyor Seidl.  

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa