Film Festivali Günlükleri – 2: Kayıp, eski, taraflı!
Klondike filminden bir sahne
İstanbul Film Festivali’nin merakla beklenen bölümlerinden birisi de ulusal uzun metraj yarışması kuşkusuz. Bir kısmı Antalya Altın Portakal Film Festivali seçkisinde de bulunan 12 film yarışıyor bu bölümde. Tayfun Pirselimoğlu’nun “Kerr”, Elif Nazlı Durlu’nun “Zuhal” ve Hakkı Kurtuluş- Melik Saraçoğlu ikilisinin “Birlikte Öleceğiz” filmlerini Antalya’da izlemiş ve fikirlerimizi belirtmiştik.
“Sarhoş Atlar Zamanı, “Kaplumbağalar da Uçar”, “Kasi az gorbehaye irani khabar nadareh” gibi filmlere imza atmış bir yönetmenin sinemasının geldiği yeri göstermesi açısından ibret verici bir film “Dört Duvar.”. Festivalde izlediğimiz ilk yapım olan “Dört Duvar”ın yönetmeni Bahman Ghobadi’den bahsediyorum. “Dört Duvar”, açılıştan itibaren hikayesinin hiçbir anına bizi ikna edemeyen, görsel olarak tutarsız, tematik olarak bütünlüklü olmaktan uzak, acayip, garip bir deneme. Dikkat ederseniz deneme, tanımını kullanıyorum çünkü film demek gerçekten zor. İstanbul’da müzik yapan, balıkçılıkla uğraşan Boran, deniz manzaralı bir ev satın alıyor. Çünkü karısı ve oğlu hiç deniz görmemiş. Onları memleketten getirecek. Ama acı bir gelişmeyle hayatı alt üst olduğu gibi, evin deniz manzarası da kapatılıyor bir inşaat tarafından. Boran sonra delirip, manzarayı yeniden kazanmaya çalışıyor. Ama her sahne, her mizansan amatörlükten bir adım öteye gidemiyor. Bir tür acıyı sağaltma hikayesi kurmaya çalışırken, bunun karikatürüne dönüşen bir yapım maalesef.
İkinci filmimiz İffet Eren Danışman Boz imzalı “Turna Misali” oldu. İlk elden bu yapımın da beklentiyi karşılamaktan uzak olduğunu söylemek gerek. “Turna Misali”, “Dört Duvar” kadar dağınık, parça parça ve “amatör” değil kuşkusuz ama karakter dönüşümleri ve hikaye kurgusu çok sınırlı. Oysaki, umut verici bir başlangıç yapıyor film. Türkiye’nin son göçerleri Sarıkeçili Sarıkeçili Yörükleri’nin dünyasının rutinini gösterin bir başlangıç bu. Ama sonra Aksak ailesinin içine girince filmin odakları da kayıyor. Aileni otoriter reisi Gülsüm Ana ile diğer bireyleri arasındaki gerilim ana aksını oluşturuyor hikayenin. Diğerleri yerleşik bir düzeni arzularken Gülsüm eski usulü (traktörü bile reddedecek kadar) devam ettirmeyi dayatıyor. Ama hikaye dallanıp budaklandıkça, büyük kızının kaybı, oğlunun akıl sağlığı, kocasının kararları, küçük kızının hevesleri derken yerli dizi kıvamında bir dramatik yapıya bürünüyor film. Binlerce yıllık kadim gelecek de bir inatlaşmanın parçası haline geliyor. Üstelik eğitim ile göçerlik, bilim ile yaban hayatı arasında çelişkiler ve uyumlar da aramaya başlayınca yapı daha da dağılıyor. Bir de üstüne, Gülsüm Ana’nın doğa ile kurduğu ilişkinin özüne değil de kıl çadırda ısrar ettiği gibi bir izlenim bırakınca film de niyetinden uzaklaşıyor kanımca. Gülsüm giderek çekilmez, inatçı, antipatik bir kadına dönüşüyor.
Berlin ve Sundance festivallerinde gösterildikten sonra merakımızı daha da artıran Maryna Er Gorbach imzalı “Klondike” izlediğimiz üçüncü film oldu. Daha önce Mehmet Bahadır Er ile birlikte dört filme imza atan Gorbach, 2013 tarihli “Sev Beni” filminden sonra bir kez daha memleketi Ukrayna’ya dönüyor. Ve bu kez şu sıralarda sıcak bir savaş haline dönüşen Ukrayna-Rusya geriliminin başlangıcına götürüyor bizleri. İki ülke arasındaki gerilimin tırmanmaya başladığı dönemde, 17 Temmuz 2014 günü Ukrayna semalarında seyir halinde olan Malezya uçağı düşürülmüştü. Taraflar karşılıklı olarak birbirlerini suçlamışlardı. Film, bu facianın gölgesinde yaşanan birkaç günlük dramı anlatıyor. Irka, eşi Tolik ile birlikte bu uçağın düştüğü küçük köyde yaşayan hamile bir kadın. Rusya yanlılarının ‘yanlışlıkla’ bombaladıkları bir duvarı olmayan evde yaşıyorlar. Irka’nın erkek kardeşi Yarik ile Tolik arasında ise politik bir gerilim vardır. Yarik, Tolik’i ayrılıkçı ve hain olmakla suçlarken; sessiz kalmayı seçen Tolik de Rusya yanlılarıyla takılmaktadır.
Filmin açılış sekansının oldukça çarpıcı olduğunu belirterek başlayalım. Özellikle ilk bir saat, hem bölgedeki durumu, hem de ailenin durumunu ustaca seriyor gözler önüne. Maryna Er Gorbach’ın mekanı ve oyuncularını kullanmadaki mahareti de buna eklendiğinde güçlü bir sinema çıkıyor ortaya. Söz açılmışken, Maryna Er Gorbach’ın estetik yöneliminin, kurduğu atmosferin Türkiye sinemasındansa Doğu Avrupa sineması ekolüne çok daha yakın olduğunu; yönetmenin doğduğu toprakların ruhuna uygun bir iş çıkardığını söylemeden geçmeyelim. Ancak ne var ki birinci saatin sonunda kurulan hikaye tekrara düşmeye başlıyor. Irka’nın hamileliği, Tolik ile Yarik arasındaki gerilim, Rusya yanlısı silahlı milislerin artan baskısı, düşen uçağın enkazını kaldırma çalışmaları vb. finale kadar bir tekrar halinde devam ediyor. Ama asıl olarak filmin finali daha da sıkıntılı. Finalde yoğunlaşan şiddeti gösterme biçiminin istismar olduğunu düşünen bir tek ben değilim. Burada kastettiğim, gerçekte böylesi durumların yaşanmadığı değil, yönetmenin bunu gösterme biçiminin seyirciyi istismara yönelik (niyetinden bağımsız) olduğu. Filmin finaldeki politik bildirisinin de bir sanat eseri soğukkanlılığı/ mesafesinden uzak olduğunu belirtmeden geçmeyelim. Rusya’ya değil de, Ruslara yönelen bir öfke/ ithamla yapıyor finalini film. Öte yandan Maryna Er Gorbach’ın ilk kez tek başına kamera arkasına geçtiği bu filmdeki yönetmenlik maharetini gölgelemiyor bu tercihler. Filmin gücünü gölgeliyor ama…
- Zamanı eğip bükmenin şehveti 21 Aralık 2024 04:15
- Uçucu bir peri masalı 02 Kasım 2024 04:15
- Altın Koza ve kronik festival problemleri 05 Ekim 2024 04:30
- Dibini görmeyen... 31 Ağustos 2024 04:25
- Silahlı kuvvetler sermayeye hükmetmeye yelteniyor! 10 Ağustos 2024 04:50
- ‘The Boys’ evreni nasıl kuruldu? 03 Ağustos 2024 04:15
- Roma’nın gurbet kuşları! 27 Temmuz 2024 04:25
- En güzeli uzaktan sevmek belki… 20 Temmuz 2024 04:42
- Analardır, adam eden adamı! 13 Temmuz 2024 04:40
- Amerika kimin rüyası? 06 Temmuz 2024 04:46
- Türkiye’nin film festivali rejimi 11 Mayıs 2024 04:15
- Müslüm’ün yapımcısından: Amy Winehouse! 04 Mayıs 2024 04:37