17 Nisan 2022 00:55

Rüya görme hakkı

Fotoğraf: Pixabay

PAZAR
Paylaş

Uykuda rüya gördüğümüz evrelere REM adı veriliyor.

Açılımı: “Rapid Eye Movement”, yani hızlı göz hareketi. Rüya esnasında gözkapakları altında gözlerimiz hareket ediyor ancak bedenimizdeki kaslar paralize oluyor, bir nevi uyku felci. Rüya gördüğümüz bu anlar yatakta hareketsiz yattığımız anlar anlamına geliyor.

Beynimiz televizyon izlerken verilen efordan fazlasını sergiliyor uykuda olmamıza rağmen, iyi bir kapasitede çalışıyor.

REM esnasında öğrenme devam ediyormuş. Bu sebeple bebeklerin REM süresi çok daha uzun olurmuş. Ayrıca REM uykusunun bölünmesi hafızayı olumsuz etkiliyor, sağlıklı tamamlanmış REM evresi ise hafızayı güçlendirmeye yarıyormuş.

REM uykusuna dalamamak sabahları uykuyu alamamış hissi ile uyanmaya, fiziksel olarak yorgunluk ve bitkinlik hissine, aynı zamanda aşırı sinir, panik, kaygı ve korku hallerine neden olurmuş. Ve insan tecrübe etmediği hissi rüyasında yaşayamazmış. Mesela düştüğümüzü görürmüşüz ama hiç yere kötü çakılmadıysak yere yapışma anını rüyamızda görmezmişiz.

Çocukluğumdan beri film gibi rüyalar görürdüm. Bunları uyanır uyanmaz birine anlatırsam da seneler boyu hatırlarım. Son zamanlarda sayıları oldukça azalmaya başladı.

Ancak geçenlerde etkisinden kurtulmak için uzun süre uğraştığım bir rüya gördüm. 

Evimin sokağındayım his olarak ama görüntü izlediğim filmlerde yansıtılan Fas'a, Cezayir'e ya da Tunus'a benziyor. Sepya, tozlu. Sokakta tezgahlar kurulmuş, büyük çuvallar içinde bakliyat ve baharatlar var. Korkunç bir uğultu içinde alışveriş dönüyor. Satıcıların ayaklarında naylon terlikler var. Birbirini iterek tas uzatan insanların ellerini tokatlayarak satış yapıyorlar. Bir başka tezgahta ne lüfere ne çipuraya benzemeyen, bıyıklı, sarı devasa balıkları dilim dilim kesmiş biri, balıkların kanları naylona akıyor. Üzerlerinde sinekler uçuşuyor. 

Elimde liğme bir naylon poşet olduğunu fark ediyorum. Benim de ayağımda birbirinden farklı delik çoraplara geçirilmiş, yırtık pırtık terlikler, rengi sarıya dönmüş pazen eski bir pijama altı var. Rezalet diyorum, böyle mi çıktım sokağa? Bari çorapları çıkarıp poşete koyayım, pijamanın da paçalarını kıvırıp bir şekle sokmaya çalışayım. Böyle gezilir mi? Utanç verici. Kimseye çaktırmadan üzerime çeki düzen vermeye çalışırken belime bir iple bez bir çıkın bağladığımı fark ediyorum. İçinde üç tane demir para var. 

Bu kadarcık mı? Tam o sırada korkunç bir haykırış duyuyorum: İMDAT diye bağırıyor biri. Caddenin tam ortasında, saçları kirden keçeleşmiş bir kadın, oyuncak ayı taşır gibi asılmış kolundan bir çocuğun, başını yukarı kaldırmış bağırıyor imdaaaaaat!

Kadına doğru gitmeye çalışıyorum ama donup kalmışım, herkesin koşmasını bekliyorum, herkes şaşkın şaşkın bakıyor. 

Sonra bir imdat daha duyuyorum. Çatı yerine dökülen betondan demirleri çıkmış gecekondu tepesinde bir adam yumruklarını sıkmış bağırıyor: imdaaaat.

Bir kadın ellerini baharat çuvalına daldırıp kırmızı bir tozu avuçla yüzüne sürüyor ve haykırıyor imdaaaaat!

Kendimi yokluyorum; acıma hissetmiyorum kendimde. Yürüyorum öylece kalabalıkta. Bir taşın üzerinde oturmuş kadın var. O da bağırmıyor, bilgece çok uzaklara bakıyor. Aysel Tuğluk'a benziyor. Gökyüzünde bir ses duyuluyor. Dev bir ekran beliriyor, ‘drone’lar ucunda. Liderlerin tamamı var, bazılarını tanımıyorum bile. 10-15 kişiler. Bir masa etrafında simit ısırıyorlar. İnsanlar çuvalları talan ediyor, bulgurları, baharatları fırlatıyorlar.

Ortalık göz gözü görmez oluyor. Burnuma elma kokusu geliyor. Elmanın tadını hatırlıyor muyum diye kendimi yoklarken fark ediyorum ki ‘drone’lardan bir duman sızıyor.

O an anlıyorum, elma kokusu bir gaz ve öleceğiz hepimiz birazdan. Paniklemediğime şaşırıyorum. Aklımdan ilkin, "Neyse, bir şekilde bitti artık" diyorum.

Sonra biri geliyor, yüzünde ıslak bir yemeni var, kim olduğu belli değil. Kafama ıslak bir yemeni sarıyor. "Diren" diyor, sesini tanıyorum, dostum. 

Doğru ya diyorum, neden hemen teslim oldum ki? Direnelim. Yaşarız belki.

Nefes almadan koşmaya çalışırken ciğerim tıkanıyor, işte orada uyandım.

İnsan yaşamadığı hissi göremezmiş REM'de. İçimde koca bir imdatla yaşıyorum demek ki.

Bu ekonomi yüzünden artık yurtdışına gidemiyoruz. Dünyayı görmek algıları açar, kültürlendirir. Bitti.

Yurtdışını geçtim, koylar, sahiller, ormanlar satılıyor, satıldı. Yazları gidebilecek yerimiz kalmadı. Zaten o yollara, köprülere, benzinlere ve hatta pansiyonlara bile para yetmiyor.

Moda Sahne'nin elektriğini kestiler, pandemide zaten birçok tiyatro kapandı. Tiyatroya gidecek bütçemiz olacak mı o da belli değil.

Sinemada Bergen'i 5 milyon kişi izledi diye laf ettiler, ailecek ayda bir sinemaya gitmek bir hak olmaktan çıkalı yıllar oldu.

Kim nasıl film çekecek hangi parayla belli değil. 

Çok iyi yeni yazarlar var, yayınevi de editör de biliyor ama ilk kitap satmayabilir, maliyeti çıkmayabilir. Bir kitap olmuş 50 lira.

O kitaplar basılamıyor.  Artık tanıdığım hiçbir yazar telif ücretiyle yaşayamıyor.

Karikatür zaten çoktandır bir suç unsuru sayılır oldu.

Bu memleketin rakı sofralarında neler neler kuruldu, yazıldı, bestelendi. Şimdilerde mili içecek ayran, rakının şişesi üç yüzlere vurdu, ayran bile lüks, yoğurdun kilosu 25.

Rakı da memleket kültürüne dahildi, savunanı yok.

Bu kültürel çoraklık, bunu konuşmaya kalkınca hep bir ağızdan sitem: millet aç aç ne sineması ne tiyatrosu ne edebiyatı?

Bizler, yurda sıcak para getiren yabancılara hizmet eden kölelere dönüşüyoruz, mahallesinden çıkmaya parası yetmeyen, yakıtı olmasa da ayazı kesen dört duvarına şükretmesi gereken, bir avuç bulgurla bir öğünü geçiren, araştırmayan, okumayan, izlemeyen, denize ayağını sokamayan kölelere dönüşüyoruz.

Gelecek zaman değil, diz kapağına kadar balçığa girmiş haldeyiz. Beyin göçü korkunç halde, kalanlar ne kadar direnebilir bilinmez. Üretebildiklerinin karşılığı yok, cezası var.

Şimdilerde elindeki evi, toprağı değerlendi diye sevinenler var. Yabancılara vatandaşlık karşılığı sat mülkünü babam sat. O para bir nesli ancak besleyecek, torunları acından ölecek, yatacak yeri olmayacak, haberi yok. 

İmdat hissini biliyorum, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu'na kapatma davası açıldı, cezaevlerinde şüpheli ölümler var, Aysel Tuğluk serbest bırakılsın diye haykırıyoruz, duyulmuyor. Kavala, Demirtaş, Yüksekdağ ve niceleri içeride, nedeni yok. Gezi, müebbetle yargılanıyor.

Drone’dan gaz salar gibi, seçimden önce beş bin kişiyi tutuklayıp cezaevine koysalar ne olacak bilmiyorum, her hak ihlaline aynı beş bin kişi koşuyor.

Bir yarışma programında yaşadığı ülkenin başkenti için joker hakkı kullanıyor yarışmacı, seyirciye soruyor. Seyircilerin yüzde altmışı yanlış yanıt veriyor. 

Biz de konuşuyoruz ekranlarda: "Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemi" yeterince anlatabildi mi muhalefet halka? Halk başkenti unutmuş 20 yılda, rejim şekillerinden haberdar mı acaba? Soruyoruz: "Ekonomiyi toparlayabilir mi bir koalisyon hükümeti?" Talanı durdursa yetecek oysa, vergi aflarını kaldırsa, son yirmi yılın ultra zenginlerini mercek altına alıp haksız kazanç davalarını açsa, kamulaştırma diye bir şey var, illa oligarkın şeyhlerin eline bakarak mı gelir bir ülkeye para? Hani bunun üretim, tarım, lisans, akademi, bilimden kazanılanı?

Çürümüş kadrolar eksilse bile liyakat baş gösterecek, sokağa çıkabildiğimiz bir sistemde, yolu da biz açarız zaten. 

Halk obskürantizm mağduru, cahilliğimiz artık paçalardan akıyor. Adım adım geldi, yandaş medyanın saçmalıkları, cehalete övgü, bilmesinlercilik politikası, apartman katı üniversiteler, görümce, elti, kayınço kadrolu yönetimler derken bilgi düzeyi buralara kadar geriledi.

Anlamamız gereken; böyle gitmiyor, köleleşiyoruz hepimiz. Nerede onurumuz, gururumuz?

Hayat diye sunulanı kabul etmek zorunda mıyız? Bir teker şarampolde, direksiyonu sola kıracak mıyız yoksa salıp yuvarlanacak mıyız?

Öyle her şey geçtikten sonra gelecek imdat çığlığının kimseye faydası yok, kimden çare bekliyoruz, o imdat kime söylenecek? Dert yönetimde, derman ve değiştirme gücü halkın elinde. İmdat yerine yeter neden demiyoruz, hep birlikte?

Bu ülkede hayat, iyi ve güzel olabilir. Hatta muhteşem bile yaşanabilirdi. Üç yanı denizlele çevrili yemyeşil bir cennetti. Toprağı bereketliydi, uygarlığı kadim.

Dünyanın ilk yazılı barış antlaşması bu topraklarda imzalanmıştı, bir kadın mührüyle: Puduhepa.

Geçen hafta Beyoğlu Asmalı’da Mine Söğüt'ün yeni kitabı "Başkalarının Tanrısı"nın tanıtımı vardı. Sokağa taştı insanlar, bu ülkenin yazarları, çizerleri, müzisyenleri, ressamları, heykeltıraşları, mekan işletmecileri, dansçıları, editörleri, gazetecileri.  Bir arada görünce fark ediyor insan, hala bir kültür-sanat çabası var, emekçisi var. Ama son nesil o belli, en gençleri bile otuzu bırakmış geride.

Oradan çıkıp Fındıklı Belediyesi'ne söyleşiye gittik. Meci, Karadeniz'de imeceye verilen isim. Meci Emek Evi'nde kadınlar restoran işletiyor. Belediyenin kapıları kaldırılmış, kapalı kapı ardında şeffaf yönetim olmaz diye. Müdürlükler yok, birim sorumluları var. Park ve Bahçelere, Tarım ve Sosyal Hizmetlere, Mali İşlere, İmara, Zabıtaya ve daha nicesine kadınlar bakıyor.  Temiz tarımla üretilen ürünler belediyenin açtığı Halkın Bakkalı'nda uygun fiyata satılıyor. Kazım Koyuncu Kültür Merkezi, Fındıklı Kadın Korosu ve yakında açılışı yapılacak olan "Aydın Boysan Meyhanesi" var. Hepsi halk için, belediye eliyle ve meci sayesinde.

Bir sürü dava açılmış belediye başkanı Ercüment Şahin Çervatoğlu’na. Kendisine "başkan" diye hitap edilmesinden de Bey denilmesinden de hoşlanmıyor, Ercüment davalara gülüp geçiyor, gittiği yere kadar yapacak en iyi bildiği şekliyle. Demek ki isteyince oluyor.

Döndüm İstanbul'a umutlanmış halde, akşamına Leman Kültür'de gösteri izlemeye gittim.

Gökben Hızlı Sayar ve Altuğ Yücel huni dağıttılar bize, deliliğin dört şartından en az biri hepimizin başına gelmek üzere. 

Üç günüm kültürle sanatla, imecenin güzelliğiyle, Beyoğlu'nun büyüleyiciliğiyle geçti.

Sosyal medyadan mesaj atmış genç biri: "Abla sen bize inat ne güzel bir hayat yaşıyorsun böyle" diye.

Cız etti içim. Bu daha ne ki? Sen bizi bir de gençliğimizde görecektin, diyemedim. Herkes için hayatın bir rutini olmalıydı memleketi gezebilmek, yeni bir kitaba heyecanlanabilmek, bir gösteriyi izlerken bir kadeh içebilmek, kalabalık gülebilmek, gülüşmek.

Bu seçim bizim kölelikle insanca yaşam arasında bir seçimimiz olacak.

Ya herkese açık Göcek koyları ya günde 15 saat çalışmaya ancak iki domates hakkı. Ya dünya sıralamasında ilk beş yüzde en az 10 üniversite ya da okumaya para yetmediği ve harcanan para da geri dönmediği için 15 yaşında çıraklıkla başlayacak iş hayatı. 

Ya çam ormanlarının temiz havası ya da evin dibinde maden şirketinin dinamit patlamaları. Ya taze alabalık, sazan ya da kurumuş derelerde sivrisineklerin taşıyacağı sıtma salgını.

Ya parsel parsel memleket satarak sayısal olarak şişirilmiş bir ekonomi ya da herkese ücretsiz, eşit eğitim ve sağlık hakkı.

Ya hayallerinin peşine düşen gençler ya da ailesi üzülmesin diye öylece yaşamaya devam edenler.

REM uykusunu alabilmek için; iyi havalandırılmış bir oda, yeterli oksijen, rahat bir yatak, normal bir ısı, dinlenmiş bir beyin ve beden gerekiyormuş.

Farkında mısınız bunlar artık lüks, ülkenin büyük bir yüzdesinin sahip olamadıkları. 

İnsanca yaşam hakkımızı çaldırmayalım, hayallerimizi çaldırmayalım, neşemizi çaldırmayalım diye çıktığımız yolda şimdi kaçıyor elimizden rüya görme hakkı.

Hayatı anlık da olsa güzel edebilmek için, yaşamın içinde tutunacak dallar bulabilmek için bunca güç harcamamıza gerek olmamalı.

Bütün muhalefetin birleşip söylemesi gereken tek cümle bence "kölelik düzenine başkaldırı"

MIT’den Michael Wilson ve Kenway Louie'nin bir araştırması var. Diyorlar ki "bütün hayvanlar rüya görür diyemeyiz ama büyük olasılıkla hayvanların tamamı rüya görüyor."

Rüyaları çaldırma riskini düşünürken aklımızda bulunsun.

İmdatın muhatapları simit kemiriyordu rüyamda, ıslak bir yemeni gibi ilkel bir yöntemle de olsa hayatımı kurtaran dostlarımdı. İmdat değil, yeter demeli.

Hiçbir hak, altın tepsilerde birileri tarafından sunulmadı.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa