Gezi Davası kararlarında görünenin ötesi
Fotoğraf: MA
Gezi Davası kararlarının yankısı devam ediyor. Ülkenin saygın kanaat önderleri ağır cezalara çarptırıldı ve adalet kavramı bir kez daha derin yara aldı. ‘Hukukun üstünlüğü’ ilkesine uyma görüntüsü altında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kendini devletin yerine koyma arzusu bir kez daha gözler önüne serildi.
Yakından izleyenlerin bildiği gibi, Erdoğan rejiminin hukuka yönelik müdahalelerinin geçmişi 2004 yılına kadar gider. Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kapatılarak yerine ‘Özel Yetkili Mahkemeler’in kuruluşu, yargıya müdahale sürecinde bir milat sayılabilir. Bu tarihte özgürlük ve demokrasi adına, birkaç değişiklik dışında DGM yapısı korunmuş ve isim değişikliğinden başka anlam taşımayan bir “reform”(!) sonrasında bu mekanizma canlı tutulmuştu. Bu “değişikliğin” sonuçları kısa bir süre sonra ‘Ergenekon Davaları’nda görüldü.
Bir ön hazırlık olduğu sonradan anlaşılacak olan ilk adımlardan sonra, hukuk alanına yönelik düzenlemeler AK Parti’nin 2007 Temmuz ayındaki genel seçim başarısından sonra artarak devam etti. Seçimin hemen öncesinde Erdoğan’ın yeni bir anayasa hazırlığı için verdiği talimatı, 2008’in ilk aylarında başlayan ‘Ergenekon Davası’ izledi. Özellikle bu aşamadan itibaren yargı alanı yürütmenin hâkimiyeti altına girdi. İktidara biat eden hukuk aktörleri, Ergenekon, Balyoz, KCK, Oda TV, Hopa ve benzeri davalar üzerinden, siyasal iktidarın birbirinden farklı muhalif kesimlerle yaptığı mücadelede etkin rol oynadı.
Eylül 2010’da ‘Anayasa Mahkemesi’ ve ‘Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’ yeniden şekillendirildi. Bununla da yetinilmeyip, Mart-Ağustos 2011, Temmuz 2012 ve Nisan 2013 tarihlerinde dört kez “yargı reformu”(!) yapılarak yargı kurumu açık bir biçimde siyasallaştırıldı; parti kadroları yargıya çekildi. Bu müdahalelerle yüksek mahkemeler yanında, ilk derece mahkemeleri de atanma yöntem ve ölçütleriyle yürütmeye bağımlı kılındı. Hukuk düzeninin sınırları iktidar aygıtının iradesine sonuna kadar açılmış oldu.
2004 yılından itibaren başlayan müdahalelerle ‘yargının siyasallaşması’ adım adım hayata geçirildi. Kuvvetler ayrılığı ilkesi erozyona uğradı, yasama erki yürütme içinde eritildi.
* * *
Pek çok türü bulunan baskıcı rejimlerin ortak özelliği, hukukun üstünlüğünü umursamamaları ve halka hesap vermekten kaçınmalarıdır. Baskının sürdürülüp kalıcılaştırılması sürecinde ‘hukuk varmış gibi yapılması’na özel bir çaba gösterilir. Dev “adalet sarayları” inşa edilmesi, gösterişli yargı yılı açılışları ve göstermelik duruşmalarla ‘algı yönetiminin’ en yetkin ürünleri hukuk alanında verilir. Demokrasi kıtlığı çekilen ortamlarda hukuk kavramının içi, yasa ve muhakeme usulüne ilişkin taraflı ve fütursuz yorumların uygulanmasıyla boşaltılır.
Bu türden bir hukuk ikliminde muhalifler devlet düşmanı olarak yaftalanır, peşinen suçlu addedilerek cezalandırılır. Kutuplaştırılmış bir ortamda, toplumsal parçalanmanın geliştirilerek sürdürülmesinden çıkar sağlayan ‘devlet aklı’, çeşitli özellikleriyle öne çıkmış siyasetçi ve kanaat önderlerini hapseder. Mahkeme kararlarında hukuk normu ve yüzyıllardan süzülen muhakeme usulü değil, belki yasal ama asla meşru olmayan “hukuk uygulamaları” egemen olur. Toplumsal düzenin uyum içinde sürdürülmesi yerine intikam duygusu öne çıkarılır. Yargı kararları yalnızca muhalif figürleri etkisizleştirmekte değil, polis şiddetini meşru göstermekte de işlevli olur.
* * *
Gezi Davası kararlarının bir kez daha yansıttığı üzere, hukuku askıya alma ve istisna yaratabilme kapasitesini giderek artıran Erdoğan rejimi, bir sonraki adım olan ‘siyasetin yargısallaşması’ aşamasında, yani yargı üzerinden siyasete yön verilmesi sürecinde hayli yol aldığını bir kez daha belli etti.
Gezi Davası kararları, karardaki muhalefet şerhinin içeriği, yargının kurumsal olarak siyasal iktidarın etkisi altında yozlaşması, yaklaşan seçimlerde ‘Altılı Masa’yı dağıtmaya yönelik tuzak kuruluyor olması ve Gezi benzeri olasılıklara gözdağı vermesi gibi boyutlarıyla tartışılmasına rağmen, bunların ötesinde bir tehlike içeriyor ve Erdoğan rejiminin tarihinde kritik bir dönüm noktasını da görünür kılıyor.
Bu kararlar bahsi geçen siyasal etki ve sonuçları yanında, ‘siyasal sistem’in temel aktörleri arasındaki rol dağılımına dolaylı ama kuvvetli bir müdahale arzusunu da temsil ediyor. Bir kişinin aynı suç iddiası için birden fazla yargılanamayacağı temel ilkesi yok sayılıyor, meşruiyet algısı un ufak ediliyor ve faşist müdahalelere cesaret veriliyor. Bildik siyasal kurum ve aktörlerin ilke ve teamül yerine siyasal çıkara göre şekillendirildiği içinden geçtiğimiz dönemde, vicdana sığmayan kararlar, durumdan vazife çıkaracak kesimlere de uğursuz bir davetiye işlevi görüyor.
Derenin suyunun kirlenmesi tartışılırken, dere yatağının değiştirildiğinin gözden kaçırılmaması gerekiyor…
- Başarısız devletin yıkılışı mı, yeni bir felaketin başlangıcı mı? 15 Aralık 2024 04:03
- Suriye’deki gelişmeler ve çözüm sürecinin akıbeti 08 Aralık 2024 05:14
- Baskıların haritası bize ne söylüyor? 01 Aralık 2024 04:56
- 150. Yazı - Üçüncü Mektup 24 Kasım 2024 03:01
- Biber gazını 40 yaşından sonra tadanların muhalefetini zenginleştirmek 17 Kasım 2024 04:25
- Demokrasi karşıtlığının kitlesel tabanı 10 Kasım 2024 05:26
- Ahmet Özer'in tutuklanması ve Kolombiya barış sürecinden dersler 03 Kasım 2024 04:32
- Fethullah Gülen'den sonra... 27 Ekim 2024 04:02
- ‘Çözüm’ü küçük çıkarlar için heder etmek 20 Ekim 2024 04:47
- ‘İç cephe’ çağrılarını 10 Ekim 2015’te yitirdiklerimizin fotoğraflarına bakarak düşünmek 13 Ekim 2024 04:47
- İsrail devleti terörü neleri örtüyor? 06 Ekim 2024 04:32
- Sağda birlik arayışları ve Kürtler 29 Eylül 2024 04:45