05 Mayıs 2022 00:40

‘Sessiz istila’ ve mülteci sorununda burjuva ikiyüzlülük!

Ekran görüntüsü, Hande Karacasu YouTube hesabında yayımlanan 'Sessiz İstila' filminden alınmıştır.

Paylaş

Mültecileri ülkedeki sorunların kaynağı olarak gösteren ve mülteci düşmanlığı üzerine kurulu olan ‘Sessiz İstila’ adlı kısa filmin gördüğü ilgi, sorunun ülkede nasıl giderek kök saldığını çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor. Mülteci sorununda baştan sona ırkçı hezeyanlar üzerine kurulu film, aynı zamanda sorunun ırkçı-milliyetçi çevreler tarafından istismarının tipik bir örneğini de veriyor.

Film, 2011’de doğacak olan Göktuğ’un tıp fakültesini kazanıp babaannesini gururlandırması hayaliyle başlıyor. Sonra 2043’e gidiyoruz ve Suriyelilerin istilası nedeniyle İstanbul sokaklarında yürüyemez hale gelen Göktuğ’u görüyoruz. Haberlerde ‘İstanbul Eyalet Başkanı Ahmed Bin Veli’ karşımıza çıkıyor-ki, ‘eyalet’ vurgusu üzerinden Kürt sorunu karşısındaki milliyetçi hassasiyetler kaşınmaya çalışılıyor. Sonra beyin cerrahı olması hayal edilen Göktuğ’un Türkçe konuşmanın yasak olduğu Zeynel Bey’in hastanesinde temizlikçi olduğunu ve ayrıca Türklerin büyük çoğunluğunun işsiz olduğunu öğreniyoruz. Ardından da “Keşke 2020’lere dönebilsek” denilerek bugünden “istilaya karşı çıkılması” mesajı veriliyor.

Film, Göktuğ’un okuyamamasının, Türklerin iş bulamamasının nedeni olarak mültecileri göstermekle kalmıyor, Türkçe’nin yasaklanmasına yaptığı vurgu ile aslında Türkçe dışındaki dillerin yasaklanması gerektiğine dair ırkçı bir mesaj da veriyor.

Bu yazı yazılırken izlenme sayısı 2 milyona yaklaşan filmin yapımcısı Hande Karacasu gözaltına alınıp bırakılırken, son dönemlerde mülteci sorununda ırkçı söylemleri ile öne çıkan Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ, filmin masraflarını kendisinin karşıladığını açıkladı.

Sessiz İstila filmi ve Ümit Özdağ’ın “Arapların Türk yurdunu istilası” üzerine kurulu ve mülteci düşmanlığına dayanan söylemleri, bugün toplumdaki uç bir eğilimi temsil ediyor olabilir. Ancak iktidarın politikalarına ve burjuva muhalefetin merkezinde yer alan millet ittifakının tutumuna bakıldığında bu uç eğilimin nereden beslendiği görülüyor. Dahası aslında iktidarı ve muhalefetiyle burjuva siyasetin merkezi ile bu ‘uç’ eğilim arasında bir Çin seddi olmadığı da ortaya çıkıyor.

2011’de Suriye’ye müdahalenin öncülüğüne soyunan AKP-Erdoğan iktidarı, mülteci göçünü de özel olarak teşvik ediyordu. Çünkü bu göç dalgasıyla hem müdahalenin dayanaklarını arttırmak ve hem de kendi oluşturduğu ‘Özgür Suriye Ordusu’na militan devşirmeyi amaçlıyordu. Suriye yönetimini devirme hedefi gerçekleşmedi ama Erdoğan, milyonlarca mülteciyi bu kez Avrupa’ya karşı bir koz olarak kullanmaya başladı. Ayrıca kimi AKP yöneticilerinin söyledikleri gibi “Bazı şehirlerde sanayiyi mülteciler ayakta tutuyor”; mülteci emeği ülke genelinde işçi sınıfına düşük ücret ve ağır çalışma koşullarını dayatmanın aracı haline getiriliyordu.

Ancak gelinen yerde ekonomik krizin yarattığı yıkım ve büyüyen ekonomik sorunlar karşısında ve üstelik ülke bir seçim sürecine de girmişken bu sorunu bugüne kadar istismar eden iktidar cephesi de mültecileri hedefe koyma noktasına geldi.

Önce Ümit Özdağ’ın eski dava arkadaşı ve iktidar blokunun küçük partisi MHP’nin lideri Bahçeli çıktı sahneye. “Bayramda ülkesine giden bir daha dönmesin. Bu, adı konulmamış bir istiladır...” diyen Bahçeli’yi İçişleri Bakanı Soylu’nun “Bayramda ülkelerine giden Suriyelilerin dönmelerine izin verilmeyecek...” açıklaması takip etti.

Tam da mülteci sorununu kendi politik çıkarları için kullanırken “Ensar” ve “Muhacirlik” gibi dini söylemlere de sarılmaktan geri durmayan Erdoğan’ın bu çıkışlara ne diyeceği merak edilirken ondan da “500 bin mültecinin gönderildiği ve 1 milyon mültecinin daha gönderileceği” açıklaması geldi. İdlib’de yapılan briket evlerin teslim töreninde 500 bin Suriyelinin ‘güvenli bölge’ye döndüğünü belirten Erdoğan, Azez, Cerablus ve Tel Abyad başta olmak üzere 13 ayrı bölgede yürütülecek çalışma ile 1 milyon mültecinin daha geri gönderileceğini söyledi.

Dikkat edilsin, burada en son 30 Nisan’da ‘genel af’ ilan eden Esad yönetimi ile siyasi ilişkilerin kurulmasından ve isteyenlerin güvenli bir şekilde ülkelerine dönmesinden söz edilmiyor. Bir milyon kişinin ‘güvenli bölge’ denilen ve aslında ÖSO ile birlikte işgal altında tutulan bölgelere yerleştirilmesinden söz ediliyor.

Bu nedenle Erdoğan’ın son açıklamaları, sorunun istismarı yönünde yeni bir hamle olarak karşımıza çıkıyor. Erdoğan, bu hamle ile deyim yerindeyse bir taşla üç kuş vurmak istiyor.

Birinci olarak, seçim sürecine girilmişken burjuva muhalefetin mülteci sorunu üzerinden yarattığı baskıları bertaraf etmek istiyor.

İkinci olarak, Kürt sorununda sürdürülen politikanın ve Suriye Kürtlerinin bir tehdit olarak görülmesinin bir devamı olarak işgal altında tutulan bölgelerin demografik yapısını değiştirmek istiyor. Tabiri caizse Kürtsüzleştirilecek bu bölgeler üzerinden bir tampon oluşturulması amaçlanıyor.

Üçüncü olarak da Türkiye yönetiminin bir parçası haline getirilen (Hatay, Kilis, Antep, Urfa valilikleri tarafından yönetilen) bu bölgelerin ilhak edilmesi ya da en azından Suriye yönetimine karşı uzun süre kullanılabilecek bir koz haline getirilmesi hedefleniyor.

Peki, Erdoğan’ın mülteci sorununu kendi politik çıkarları için kullanmasını teşhir etmesi, bu sorunu BM hukukuna göre ve Suriye ile barışçıl ilişkiler temelinde çözeceğini söylemesi beklenen ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu ne diyor?

“Biz gerisini iki yılda göndereceğiz” diyerek Erdoğan’la yarışa giriyor.

Böylesi bir siyasi tabloda iktidar ve burjuva muhalefetin ‘sağduyu’ çağrıları ya da Sessiz İstila gibi örnekleri şeytanlaştırması ikiyüzlü bir politika olmaktan öteye gitmiyor.

Oysa mülteci sorunu, emperyalistlerin ve işbirlikçi bölge gericiliklerinin paylaşım savaşlarına sahne olan ülkelerdeki yağma ve yıkımın bir sonucu olduğuna göre; yapılması gereken ilk şey, bu müdahale politikalarına karşı bölge barışını savunmaktır. Aynı şekilde mültecilerin işsizlik, eğitim, sağlık, barınma gibi sorunların kaynağı gibi gösterilmesi sınıf çelişkilerinin üstünün örtülmesine ve burjuvazinin bu sorunu kendi sömürüsünü büyütmenin dayanağı haline getirmesine hizmet ediyor. Bu nedenle Türkiye halkları ve her milliyetten işçi-emekçiler, mültecileri sorunun kaynağı değil; çözümün bir parçası olarak görüp birlikte mücadeleye yönelmedikçe burjuva propagandanın bombardımanından da kendilerini kurtaramazlar.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa