07 Mayıs 2022 00:38

Gezi davası ve kültürel iktidar meselesi

Gezi direnişinde çok sayıda insan

Fotoğraf: Özcan Yaman/Evrensel

Paylaş

Cumhurbaşkanının bulduğu her fırsatta ‘kültürel iktidar’ meselesini gündemine taşıdığı ve kendi camiasına çağrı yaptığı birçoğumuzun malumu. Bu mevzu hayli zamandır tartışılıyor.  Uzun uzadıya tekrara gerek yok ama Gezi davasından sonraki mahkumiyet kararlarının ardından ortaya çıkan bazı durumları anlamak için özete ihtiyaç olacaktır. Malum, Sinemacı Çiğdem Mater çekmediği bir film gerekçe gösterilerek mahkum edildi. Aralarında Berlin, Venedik ve Locarno gibi büyük film festivallerinin de bulunduğu önemli yabancı kültür kurumları bu durumu kınayan açıklamalar yaparken, Türkiyeli festivaller ve kültür kurumlarından bir ‘teessüf’ bile duyulmadı.

Başa saralım. “Kültürel iktidar” tartışmaları, çıktığı yerden kaynaklı olarak bir yanılsamayı da beraberinde üretti. Cumhurbaşkanı ve onun izinden gidenler, ‘kültürel iktidar’ kavramını dar bir anlamda ve pragmatist bir kavrayışla kullandılar aslında. İktidarın kültürel iktidar olamamaktan kastı, somut sanat üretimleri konusunda beklenilen atılımların bir türlü ortaya çıkmamış olmasıydı. Her türlü maddi olanağa rağmen, iktidarın ideolojisinin estetize edilmiş biçimi olarak ortaya sanat ürünleri çıkmıyordu. Çıkanlar da hayli cılızdı. Bu ‘dünya liderliği’ iddiasıyla çelişen bir durum kuşkusuz! İktidar Nobel alacak yazar, Cannes’da yarışacak yönetmen, gişe rekorları kıracak star çıkaramamaktan şikayetçiydi asıl olarak. Bu yüzden devşirme bir yöntem olarak seçildi. Ancak, saraydaki iftar sofralarından da anlaşılacağı gibi şöhret eskilerini bir araya getirmekten öteye gidemedi bu durum.

İkinci olarak iktidarın pragmatizminin zorunlu sonucu olarak isteniyordu kültürel iktidar.  Cumhurbaşkanı, bunun olanaklarını da yokladı bir ara. Örneğin, 2016’da Cumhurbaşkanlığı ödül töreninde kendi mahallesinden sanatçıları es geçip Şener Şen’in yanında oturdu ve topluma bu pozu sundu. Fazıl Say annesini kaybettiğinde arayıp başsağlığı diledi ve bir konserine gitmek istediğini söyledi ve gitti de. Bu da kuşkusuz pragmatist bir kültür etkileşimi olarak kayıtlara geçti.

İşte, iktidarın kültür alanına dar ve pragmatist bu bakışı bir yanılsamayı da beraberinde getirdi. Basitçe ‘kültürel ürün’ü kimin ortaya çıkardığı meselesine indirgenen ‘kültürel iktidar’ tartışması, “Siz roman yazamazsınız, sizinkiler film çekemez, sanatçı olmak için önce muhalif olmak gerekir, sanatçı toplumun sorunlarına ayna tutandır vb.” klişelere boğularak geçiştirildi. Oysa ürünün kimin ürettiği kadar (belki de daha çok) hangi koşullarda üretildiği ve sanatseverle (tüketiciyle!) hangi zeminde buluştuğu çok daha önemli hale geldi. Sanat galerilerinin büyük sermaye gruplarının elinde toplanmasından sinema salonlarının tekelleşmesine uzanan bir çizgideki bu neoliberal dönüşüm kuşkusuz sanatın üretim ve tüketim koşullarını da baştan belirliyor.

Hans Belting, İletişim Yayınları’ndan çıkan “Sanat Tarihinin Sonu” isimli kitabında “Sanatın başarısı artık kimin sanat yaptığına değil, kimin koleksiyon yaptığına bağlı” diye yazar. Bunu biraz bozuşturarak sinemaya uyarlarsak “Bir filmin başarısı kimin yönettiğine değil, hangi festivalde gösterildiğine bağlı” da diyebiliriz. Başka sektörlere de uyarlanabilir. Buradan kastım, sanat alanının artık sermaye ile iyice iç içe geçmiş olması ve piyasalaşması. Türkiye’nin özgül koşullarında siyasal alanın da bu denklemde ağırlığı olduğunu eklemek gerekiyor. Kültür bakanlığının maddi desteği ve onayı olmadan yapılamayan etkinlikler, yerel yöneticilerin keyfine göre şekil alan festivaller hepimizin malumu. İşte bu ahval ve şerait içinde, kültürel ürünü kimin ürettiğinden çok bu ürünün hangi koşullarda insanlarla buluştuğu daha büyük önem kazanıyor. Yukarıdaki siyaset-ticaret ilişkisine bir de siyasal baskıları eklediğinizde hangi platform olursa olsun hem iktidar hem de iktidardan bağımsızlaşamayan bir sermaye gözü sanatın üzerinde bir kartal gibi geziniyor. Haliyle sizin ürününüzün görünür hale gelmesi için içeriğin bu zeminlerin ‘hassasiyetlerine’ aykırı olmaması önem kazanıyor. Tabii sanatçının da aynı kırmızı çizgilere dikkat etmesi gerekiyor.  

Şimdi bir kez daha düşünelim. Rejim gerçekten kültürel iktidarı alamamış mıdır? Öyleyse kültür ürünlerinin görünür olduğu platformlar Gezi davasında neden sesini çıkaramamıştır. Diğer alanları geçtim, Adana, Antalya, Ankara ve İstanbul film festivallerinin “hepsi muhalif” yönetimleri filmlerini gösterip ödüller verdikleri bir yapımcı uydurma gerekçelerle cezaevine konurken neden tek kelime edememiştir. Üstelik Venedik ve Berlin gibi iki büyük festival ses ederken…

Gezi davasının bu yüzü, kültür ürününü kimin ürettiğinden çok vitrine koyanların tavrının görünür olması açısından turnusol işlevi gördü. Vitrini ‘art direktörler’ düzenlese de asıl sahibinin sermaye/ siyaset erbapları olduğunu, bu ışıltılı camekanda görebileceğimiz şeylere onların karar verdiğini hatırladık yeniden.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa