8 Mayıs 2022

Sağanak

Fotoğraf: Heinrich Hoffmann/Krakow-Warsaw Press Publishing / Wikimedia Commons (PD-US) 

DİĞER YAZILARI

Berbat bir döneme girdik.

Ferhan Şensoy, ”Çok faşist bir yağmur yağıyor, sanırım bir kocaman şemsiyenin altında toplanmanın zamanı” diyordu.

Şemsiye dahi açamadan sağanağa yakalandık. Dünya genelinde hem de.

Cambridge Dictionary’de, ”Irkı ve ülkesiyle oldukça gurur duyulan, siyasal muhalefete iznin verilmediği ve devleti kontrol eden çok güçlü bir lider odaklı politik sistem” olarak tanımlanan faşizmin etimolojik kökeni, Roma’da ‘birlikten güç doğar’ın simgesi bir baltaya bağlanmış çıra demetinden geliyor.” İtalyancası ‘Fascio.’

Fasces ise Latince’de hamle, hareket anlamına geliyor. Mussolini’nin ideolojisine verdiği isim buradan çıkıyor.

“Diğer ideolojilerde inancı sağlayan unsurların başında ideolojilerin tutarlılığı iken; bu, faşizmde duygulara hitap eden propaganda ve eylemdir.” (Birsen Örs, 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, 2010)

Bu sebeple Mussolini ‘Popüler Kültür Bakanlığını (Ministero della Cultura Popolare), Hitler ise ‘Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığını (Reichsministerium für Volksaufklärung und Propaganda veya Propagandaministerium) kurdurmuştur.

Peki nedir propaganda?

“Propaganda, bilişsel özümseme ve düşünme kabiliyetlerinden ziyade, çoğunlukla hissiyata yönelik algı ve tutumların harekete geç(iril)mesine dayanmaktadır. Propaganda söylem ve diğer pratikleri üzerinden, ‘biz’ ve ‘öteki’ tanımlamaları üzerinden inşa edilen ve duygusal tepkilerle kolaylıkla harekete geçirilecek pratiklerden oluşmaktadır. Klasik anlamda propaganda üç başlıkta toplanmaktadır.” (Özkan Avcı, İletişim ve propaganda, 2018)  

Beyaz propaganda faaliyetleri; Çıkışı, düzenleyeni ve amacı saklı olmayan kampanya yöntemleridir. Film, müzik, tören, karşılama, kitap, broşür, medyanın tüm alanları, semboller, simgeler... 

Gri propaganda; Kaynağı resmi olarak belli ve görünür değildir. Gerçek görünen kavramlarla dedikodu veya yalan tabir edilen kavramlar flu bir şekilde aktarılır. Doğruluğu kanıtlanamaz yalan ve iftira olduğu da.  

Kara propagandanın ise, kaynağı resmi olarak belirsiz ve gizlidir. Amacı hedef alınan tarafı karalamaktır bu sebeple pejoratif manada aşağılayan, küçümseyen ve kötüleyen her konuyu içerir ve en tehlikelisidir.

Bu sıralar yükselen korkunç bir dalga var. Bana “Dalga” filmini ve kitabını hatırlatıyor:

1967 Yılında California Cubberly Lisesi Tarih Öğretmeni Ron Jones, öğrencilerinin ikinci dünya savaşı hakkındaki, “Peki Alman halkı, işlerin bu noktaya gelmesine nasıl izin verdi? Naziler başlarda çoğunluk değildi ki?​” sorusuna yanıt aramak için bir sosyal deney başlatmıştı: 3. Dalga.

Jones, serbest kıyafetini takım elbiseyle değiştiriyor. Öğrenci-öğretmen iletişimine yeni ve katı kurallar getirip, “Disiplin Aracılığıyla Güç” sloganı ile kısa yanıtların tekrarına, ezbere dayanan bir sistem kuruyor. Böylece öğrencilerin muhakeme yeteneklerini itaat ile değiştiriyor.

Sonra Dalga’dan öğrenciler beyaz gömlek giyerek ayrışmaya ve muhbirlik gibi bazı görevler üstlenmeye başlıyor.

Yeni slogan: Toplum Aracılığıyla Güç!

“Dalga’nın ardındaki temel düşünce, içindeki insanların onu desteklemek zorunda olması. Eğer gerçekten bir toplumsak, hepimiz aynı fikirde olmalıyız.”

Artık ‘Dalga’ya katılmayanlar sosyal hayattan dışlanıyor, zorbalığa maruz kalıyor. Şiddet başlayınca yeni slogan devreye giriyor:

“Eylem aracılığıyla güç”

Ve faşizm tıpkı Nazi Almanya’sında taraftar bulduğu gibi lise içerisinde de yayılıyor ve kontrolden çıkıyor.

 Todd Strasser tarafından “Dalga-The Wave”adıyla romana dönüştürülen sosyal deneyin 2008 yapımı Die Welle isimli bir de filmi var.

Filmden bir replik:

“Evet, hepinizden çok iyi Nazi olurdu. Üstünüze üniformanızı giyer, başınızı çevirir ve arkadaşlarınızla komşularınızın zulme uğramasına ve mahvedilmesine izin verirdiniz. Bir daha asla olmayacağını söylüyorsunuz ama bakın ne kadar yaklaştınız. Size katılmayanları tehdit etmek, Dalga üyesi olmayanların futbol maçında sizinle oturmasına izin vermemek. Faşizm o başka insanların yaptığı bir şey değil, tam şurada, hepimizin içinde...”

Ülkeye ilk Suriyeli göçü 2011’de başladı. 2012’de 100 bin olan bu sayı 2014’te 1.5 milyon, 2015’te 2.5 milyon… 2022’de ise verilen sayılar 5-9 milyon arasında değişiyor, net sayıyı hiçbirimiz bilemiyoruz.

Son süreçte ise İran sınırından yüksek sayılarda Afganistan ve Pakistan’dan gelenlerin kaçak girişi söz konusu.

Türkiye’nin ise bir göçmen politikası yok. İran ile neden masaya oturulup sınır güvenliği konuşulmuyor, bilinmiyor.

Bu süreçte Aylan bebeğe hep birlikte gözyaşı döken bir toplumdan “Gönderin bunları” diyen bir kitleye dönüştük. 

Sayı bir günde milyonlarca artmadı, geçen aydan bu yana da ikiye katlanmadı. Her ay biner biner insan geliyor. Ancak bir aydır mültecilerin insanlık dışı koşullarda emeğinin sömürüldüğünden, cinayetlere kurban gittiklerinden, hâlâ üçüncü bir ülkeye geçebilmek için sınır boylarında donarak ya da boğularak can verdiklerinden ve acilen işlevli bir göçmen politikasına geçilmesi gerektiğinden bahsedemiyoruz. Çünkü bunu toplumun geneli “Mülteciler kalsın dedin, ülkeye bunlarla bir şeriat mı gelsin istiyorsun, kadınlar sokağa çıkamasın diyorsun” diye okuyor.

Daha düne kadar, herkes bir ağızdan kadın hareketi ülkenin en ilerici, en direngen, en güçlü muhalefeti derken, daha yenicek bin kadın avukatla tarihin en kalabalık Danıştay çıkarması sonucu savcının İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının hukuka uygun olmadığı mütalaası bir zafer havası estirmişken, şu an “Bu ırkçılığa alet olmayacağız” diyen tüm kadın örgütlenmeleri sosyal medyada topa tutuluyor.

Bu tartışılamaz kılınan konu Roland Barthes’ın, “Faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir” sözünü anımsatıyor.

Sosyal medya “Haykırın, hepsi gönderilmeli diyeceksiniz, mülteci istemiyoruz” mesajları ile yıkılıyor.

Özellikle son ayda yükselen bir kara propaganda var. Farklı tarihlerden ve coğrafyalardan videolar, düne kadar var olmayan çok takipçili, medya kurumu görünümlü hesaplardan yayılıyor.

Twitter algoritması çatışmadan beslenir. Bunlar altında biriken öfke, artan etkileşim ile fazlasıyla görünür kılınıyor.

Ümit Özdağ’ın mülteci çıkışının ivmesi ile paralel yükselen bir öfke dalgası var.

Milyonlarca insan 7-24 mülteciler gitsin diye konuşuyor. Özdağ, “Hepsini göndereceğim” diyerek partisine şimdiden anketlerde görünür bir puan elde etmeyi başarmış görünüyor.

Çünkü propaganda hisleri hedef alır. Kimse bu söylemde ne kadar gerçeklik olabilir diye işin uluslararası hukuk boyutunu konuşmuyor. Gönderemez. Ama gündemi ele geçirdi. Tüm kanallar sıraya dizildi. Sıra da Geri Kabul Anlaşması’nın iptaline, yeni bir dış politika anlayışına, üçüncü ülkelere geçişin nasıl sağlanacağına ve kalanlarla nasıl birlikte yaşanabileceğine gelemiyor.

Sürekli bir yakınma hali var, tutarlı ve mantık çerçevesinde bir çözüm konuşulmuyor. Toplumun güvensiz hissetmesindeki nedenlerden biri de ülkede adalet sisteminin, kültürel ve ahlaki yapının çökmüş olması.

Bu ülkede yurttaş haklarını koruyan tek bir adım atılmadı. İktidardan yana değilsek, “Bize her şey ve herkes zarar verebilir.”

Sağ milliyetçilik ve daha milliyetçi sağ arasında kuranderde kaldık. Kim, neyi, nereden savunacağını bilemiyor, ketenpereye düşürüldük.

Mülteciler konusunu somut çerçevede ve insan hakları temelli ele almaya kalkan Soylu ile aynı safta yer almakla suçlanırken, kendisini demokrat ve hak savunucusu diye adlandıranlar bile “Savaş Türk’ün düğünüdür” diyerek tezkerelere “evet” diyen Özdağ’ın yanında sıralanmış pozisyona düşüyor.

Öte yandan siyasetin dili kolay harcanan hakaretlerden ve ortaya kolayca saçılan terörist yaftalarından bir üst aşamaya siyasetçinin siyasetçiyi fiziksel kavgaya çağırdığı ve bunun alkış bulabildiği bir noktaya geldi.

Şöyle senaryolar akıl dışı mıdır?

Doları 18’e fırlatıp sonra 11’e indirerek başarı elde eden iktidar aynı yöntemi burada da uygulayabilir. Yüzlerce otobüs sığınmacılar ile doldurulup törenlerle şehirden ayrılır. Propagandası tüm medyada yapılır. Mikrofon tutulan halk ne kadar rahatladıklarını anlatır. Ne gidenler yeter sayıda olacaktır ne de sınır dışında kurulan devasa kampın ekonomik yüküne katlanılabilir. Ancak propaganda işe yarar oy yükseltirse baskın seçim bunun üzerine kurulabilir. Ekonomideki hareket sonucu dolar 14.9, enflasyon ortada, etkisi de işte bu kadar olur.

Bir başka senaryo; Özdağ yakaladığı rüzgarın sarhoşluğuyla adaylığını ya da kendi adayını açıklar. Çatı adayın bir türlü belirlenmemesinin dezavantajı ortaya çıkar. Bu mülteci karşıtlığı Özdağ üzerinden alevlenmeye devam ederse muhalif kanat adayının oyları bölünür. İlk turda başkanlık Erdoğan’a gidebilir.

Şu da olası ki en korkutucusu; toplumun geçmişten gelen kötü sonuçlanmış sınavları var: Maraş, Sivas, 6-7 Eylül vb. gibi. Bir kıvılcıma bakıyor. Şu an çakmak taşları birbirine hızla sürtüyor sanki. Bir alev alırsa işte o zaman güvenlik sorunu ortaya çıkar, bu yeniden bir OHAL dönemine zemin hazırlar.  Seçimler söz konusu bile edilmez. Geçmiş olsun herkese.

Şimdiye kadar çok yerinde ve doğru bir mücadele vermiş olan kadın hareketi bile sağduyu çağrısı yaptığında öfke seli ile karşılaşıyorsa ve kadınları korumamakla suçlanıyorsa durum oldukça vahim.

Peki bu durumda doğru olan neydi?

Bütün sol sosyalist güçlerin birlikte bir eylem planı ile hatta aralarına emeği sömürülen mültecileri de alıp doğru hedefe doğru sorular sorarak ve ayakları yere basan bir politikayı dayatmalarıydı.

Bu konuda Ercüment Akdeniz ve Emek Partisinin çabalarını görmek lazım ancak bütünleşik bir mücadele kurulamadı. Uzun yıllar geride kaldı, bir büyük barış mitingi olmadı, kitlesel “Geri Kabul Anlaşması’ndan çekil” eylemleri yapılmadı. Çağrıları da çoğu medya görmedi, çözüm önerileri reyting almadı.

AB’yi karşısına alabilme cesareti ancak soldan gelebilirdi. Geri kabul anlaşmasından çekilme, Suriye’nin olmadığı bir masada çözüm üretilemeyeceği çok daha önceden dört koldan anlatılmalı ve çözüme ulaşıldığında dahi artık belirli bir nüfusun buradan ayrılmayacağı gerçeği üzerine yapılması gerekenler dile getirilmeliydi.

20 senede sayısız kere travmatize edilen toplum korkutucu bir safhaya geçti. Hak savunma konusundaki sessizliğe sebep korkuları çeşitli şekillerde aklarken, faşizmin yelkenine üflemekle eş değer sözler konusunda cesareti kuşandı.

Muhalifi eleştirmenin kolaycılığı akıl çelerken, çetrefilli konularda siyaset üretmenin zorluğu yıldırıcı oldu.

Gidişat endişe veriyor. Umut üretmekte zorlanıyorum.

Denizlerin idamının 50. yılında ancak onların cesaretinin alevlenmesini ve zor olanı savunmak konusunda yeniden yolumuzu aydınlatmasını diliyorum.

Ne demişti mahkemede:

“Biz stratejik oIarak düşüncemizi hiçbir zaman sakIamayız. Hangi şartIar aItında oIursak oIaIım, bunu açıkça söyIeriz. DüşünceIerimizi mezara kadar götürürüz. NasıI burada namIuIarın ve dipçikIerin göIgesi aItında konuşuyorsak, düşüncemizi her zaman açıkça ifade ederiz. Tarih evveIce bunu yapanIarı nasıI temize çıkarmışsa bizi de temize çıkartacaktır, buna da inanıyoruz...”

Onlardan 30 yıl önce, Mayıs’ın 22’sinde bir devrimci daha idam edildi: Yugoslav partizan Stjepan Filipovic. İdam ipi boynuna geçirildiğinde iki yumruğunu da havaya kaldırdı ve bağırdı:

“Smrt fašizmu, sloboda narodu!”

 Faşizme ölüm halka hürriyet!

Hepimiz boynumuzda o ipi hissediyoruz artık, sadece cesaret dileyebiliyorum.

Ataol Behramoğlu’nun 1977’de kaleme aldığı şu şiirle şapkalar önümüzde, olabildiğince pazarlar...

“Mangalda kül komazsın teorik konularda

Pratiğe gelince ayağın suya erer

Kendi korkaklığına kılıf ararsın boyna

Bu arada faşizm gelip tepene biner.”

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
RTÜK Başkanı “Ülkemizde olumlu olaylar olmuyormuş gibi haber servis ediliyor” deyip ‘yandık’, ‘bittik’ haberleriyle karamsarlık aşılandığını savundu, ceza tehdidinde bulundu.

Evrensel'i Takip Et