11 Mayıs 2022 00:19

Avrupa Birliği’nde dönüm noktası mı?

Macron ve Olaf Scholz

Emmanuel Macron (solda), Olaf Scholz (sağda) | Fotoğraf: Cüneyt Karadağ/AA

Paylaş

Nazi rejiminin kayıtsız şartsız teslim olduğu Kurtuluş Günü 8 Mayıs’ta Şansölye Olaf Scholz bir televizyon yayınıyla ulusa seslendi. Nazi sonrası Almanya’nın “Bir Daha Asla” sloganını tekrarlayan Scholz Avrupa’da bir daha savaşa izin vermeyeceklerini vurgulayarak, Rusya’nın Ukrayna’ya açtığı savaşın durdurulmasının temel hedefleri olduğunu ilan etti. Böylece Şansölye, federal mecliste yaptığı ünlü “Dönüm Noktası” konuşmasından sonra dış politikasına yönelen eleştirileri yeni bir konuşmayla karşılıyor. Askeri harcamalara ek 100 milyar avro ayrılacağını ilan eden meclis konuşması birçok yorumcu tarafından tarihi bir açıklama olarak nitelenmiş ama Almanya’nın politikasında ciddi bir değişimin gözlemlenmemesi hitabetin etkisini kısa zamanda kırmış ve Scholz’u eleştirilerin odağı haline getirmişti. Ardından Cumhurbaşkanı Steinmeier’in Ukrayna ziyareti skandalı ve SPD’li siyasetçilerin Rusya bağlantıları gündeme oturdu. Mecklenburg-Vorpommern eyaletinde Rus-Alman doğalgaz hattı Nord Stream 2’nin desteklediği bir vakfın çalışmaları eyalet meclisinde federal hükümet ortağı Yeşiller’in de desteğiyle araştırılmaya başlandı. Pazar günü Schleswig-Holstein eyaleti seçimlerinde SPD’nin yaşadığı ağır yenilgi Ukrayna gündeminin etkisini açıkça ortaya koydu. Koalisyon ortaklarının ve ana akım medyanın baskısı Rusya’nın Ukrayna’da başlattığı yeni bir harekatla beraber Şansölye’yi hızla yeni bir politikaya mecbur ediyor. ABD’nin önderliğinde Ukrayna’ya destek olan ülkeler Ramstein üssünde toplanırken, hükümet savaş bölgelerine silah göndermeme politikasını terk etti ve Ukrayna’ya ağır silah sevkiyatına başlayacağını duyurdu.

Geçen hafta belirttiğim gibi Scholz için en önemli değişkenlerden biri Fransa seçiminin sonucuydu. Nihayet bu hafta ikinci defa seçilen Macron derhal Berlin’i ziyaret etti. Almanya-Fransa ikilisi AB’nin temelini oluşturduğu gibi Fransa bu yıl AB Başkanlığını yürütüyor. Macron ve Scholz’ın ortak basın toplantısı yeni bir AB perspektifinin gelişmekte olduğu mesajını verdi. Biden’ın ağzından kaçırdığını iddia ettiği “Moskova’da rejim değişikliği” hedefine karşı Macron ve Scholz “ateşkesin sağlanması ve Rus askerinin Ukrayna’dan çekilmesi” hedefinin altını çizdiler. Scholz, Batı Balkan ülkelerinin AB’ye üyelik sürecinin hızlandırılacağı mesajını verdi. Belli ki Ukrayna krizinin Balkanlarda 1990’larda patlak veren krizleri yeniden tetikleyeceği korkusu AB’nin dengeleyici bir istikrar unsuru olarak bölgeye genişlemesi gerektiği düşüncesini tetiklemiş. Bir süreden beri basında Bosna’dan gelen alarm sinyalleri kaydediliyor. Rusya’nın bölgesel müttefikleri vasıtasıyla çatışmayı Balkanlara doğru yayması, AB için krizin boyutlarını katlayarak büyütür. Lakin ABD’nin Avrupa üzerindeki hegemonyasını da pekiştirir. Bu bakımdan önümüzdeki süreçte Balkanları yakından takibe almak gerekir.

Yeri gelmişken, bir Balkan ülkesi olan Türkiye’yi uzun bir parantezde ele almadan geçemeyeceğim. Bugünkü gelişmeler on yıl önce Türkiye’nin AB adaylık sürecinde bulunmaz fırsatlar açabilirdi, ancak şu anda sadece Erdoğan’ın iktidarını sürdürmesi açısından fırsatlar yaratmışa benziyor. Nitekim Gezi davası kararlarıyla rejim Avrupa kapısını kendi eliyle çarptı, eldeki NATO üyeliği şimdilik Batı’yla ilişkilerde yeterli bir koz. Ukrayna krizi Türkiye’nin Doğu Akdeniz, Suriye ve Irak’ta elini rahatlattı. Buralarda Ankara hem yeni bir diplomatik atağa kalkarak İsrail, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliklerinden başlayarak kendisine karşı oluşan bölgesel ittifakları dağıtmaya çalışıyor, hem de Suriye’deki pozisyonunu tahkim edip Irak’ta Pençe-Kilit operasyonuyla Şengal’i hedefliyor. Bağdat ve Erbil’le eşgüdümlü yürütülen bu hamle esnasında Ankara’nın kuzeyde sırtını NATO’ya dayadığına hiçbir kuşku yoktur. Türkiye’nin Kırım'ın ilhakından bu yana Karadeniz’de hiçbir şey olmuyormuş gibi davranması, kamuoyunun sadece Kanal İstanbul ve Montreux Anlaşması’yla meşgul olmasının nedeni de bu olsa gerek. Uluslararası siyaset küresel çapta yeniden mevzilenirken hükümet varlık sebebi olan Kürt politikasına odaklanıp burada netice almaya çalışıyor. Bu tavır hükümet açısından rasyonel görünebilir çünkü mevcut Kürt politikası rejimin kurucu unsurudur ve her türlü seçim spekülasyonundan daha belirleyicidir. Fakat küresel dönüşümler sırasında -ne kadar yaşamsal önemde olursa olsun- yerel ve bölgesel stratejiye odaklanmak, küresel stratejiyi bunlar üzerinden tanımlamak veya bunlara bağımlı kılmak orta ve uzun vadede ciddi maliyetler yaratabilir. Elbette bu tespit an itibarıyla teorik bir akıl yürütmeden ibaret.

Suriye’de Rusya’yla iş birliğine dayanan hükümetin Balkanlar ve Doğu Avrupa’da daha aktif bir siyasete yönelmemesi beklenen bir sonuçtur. Buna mukabil Avrupa’nın da henüz net bir stratejiyle hareket ettiğini söylemek de güç. Almanya 1970’lerden beri Moskova’yla iş birliği üzerine bina ettiği Doğu Politikası’nı terk ederken, yerine Washington’ı dengeleyecek alternatif bir politika önerebilmiş değil. Böyle bir politika sadece Almanya’nın dar anlamda dış politikası ve güvenlik politikasını değil, enerji ve sanayi politikalarını da doğrudan ilgilendirdiği için geniş bir uzlaşma gerekiyor. Bunu sağlamak için de duygu yüklü konuşmalardan ve sembolik ziyaretlerden daha fazlasına ihtiyaç var. Macron ise Fransa’nın geleneksel Rus politikasından taviz vermeye Scholz kadar mecbur değil. Son seçimlerde aşırı sağın yükselişini dengelemeye çalışan Macron’un halihazırdaki Gaullizmi’ni sergileyecek fırsatlar kollayacağını tahmin edebiliriz. Bilindiği gibi Beşinci Cumhuriyet’in kurucusu General De Gaulle, NATO içinde Fransa için daha bağımsız bir rol yaratmaya çalışmıştı. Washington’ın Avrupa’da giderek güçlendiği koşullarda Macron’un manevra alanı nedir? Manevralarına Berlin’i ikna edebilir mi?

Son olarak pek ses getirmese de 7 Mart’ta Hollanda Başbakanı Rutte’nin Britanya Başbakanı Johnson ve Kanada Başbakanı Trudeau’yla Londra’da bir araya geldiğini hatırlamakta fayda var. Britanya AB’den çıkmış olsa da bir eliyle Kanada bir eliyle Hollanda’yı tutarak kendine bir liderlik pozisyonu yaratmaya çalışıyor. Bu politika da AB’yi zorlayacak diğer bir gelişme. Nitekim Hollanda bir süredir doğalgazını Kuzey Afrika’dan ithal ettiği için Rus gazına bağımlı olmayan İspanya’yla beraber Berlin-Paris hattına alternatif bir Avrupa stratejisi öneriyor. Avrupa’nın diğer ucundaki İspanya ise ekonomik nedenlerden ötürü Rusya’ya karşı şahin bir politika izlenmesine karşı. Avusturya ve Macaristan gibi ülkeleri de İspanya’nın altına yazabiliriz. Scholz ve Macron birleşip, AB içindeki muhalefeti ikna edip, Washington’u dengeleyebilecek bir politika geliştirebilecekler mi? Vallahi ben cümleyi yazarken yoruldum, yorumu size bırakıyorum.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa