Yoksulluk üzerinde yaşatılan iktidar
Burjuva siyaset teorilerinde genellikle iktidarın başarısı halka sağladığı mutluluk ile ölçülür. Toplumuna varsıllık getiren ve ülkesine uluslararası arenada saygınlık kazandıran siyasi iktidarların başarılı olduğu görüşü burjuva iktisat teorisinin ideolojik yaklaşımıdır. Bu yaklaşım bilimsel değil, yapay kılıf gibi toplumlara giydirilen ideolojik görüştür. Geçtiğimiz hafta zevkle ve bir mensubu olarak gururla izlediğim 45. İktisatçılar Haftası’nın konusu bu sorunsal üzerine inşa edilmiş idi: “Dünyada ve Türkiye’de Radikalleşen Sorunlar". Sorunların radikalleşme sebeplerinin, gerek yerel gerek küresel kapitalizm bağlamında ele alındığı iki günlük konferansta çok çeşitli fikirler tartışılırken, kafalarımızda da yeni fikirler oluştu.
Yoksulluk siyaset alanında değil, ekonomi alanında oluşan bir sorundur. Diğer bir deyişle, yoksulluk iktisadi sürecin doğal sonucu ise, çözümü de iktisadi sürecin değişiminde aramak gerekirken, meseleyi siyaset alanında irdelemek, burjuva iktisadının en tipik açmazıdır. Şöyle ki, sosyal demokrasi politikalarında net şekilde görülebildiği üzere, siyaset ile iktisat alanlarının ayrıştırıldığı ve üretimin birinci alana hapsedilip, dağılımın ikinci alanla taşındığı durumda geçici süre için ve ancak kısmi çözüm sağlanabilir, fakat kalıcı ve yaygın çözüm söz konusu olamaz. Bunun sebebi, ekonominin gerek kaynak yaratarak, gerek kaynak kullanımını denetleyerek siyaset alanına başat olmasıdır. Kaynak kıtlığı durumunda siyasetin de yapabileceği fazla bir şey olmayabilir. Devamlı gelir dağılımı üzerine yoğunlaşan bir siyasi yapı, dağıtılacak kaynakları üreten yatırım alanını ihmal etmiş olacağından bir süre sonra dağıtılacak kaynakların kıtlığı ile karşı karşıya gelir, kısacası devamlı gelir dağılımı politikaları siyasetin kendi ayağına kurşun sıkması politikasından başka bir şey değildir.
Burada hemen aklımıza şu soru gelir. Üretimin kısılması yoluna gidilmeden gelir dağılımı sorununa çare bulunabilir mi? İşin can alıcı noktası da burasıdır. Evet, sorun bu şekilse sürdürülebilir, fakat kapitalist sistemde olanaksızdır. Konunun bu bağlamda tartışılabilmesi için sistem tartışması gündemde olmalıdır. Kapitalist sistemde oluşan sistematik gelir dağılımı sorunu, kâr oranlarının azalması ve krizler gibi olumsuzluklar, temelde sömürüye dayalı mülkiyet hakkı meselesidir. Üretim araçları üzerinde kurulan mülkiyet tüm bu sorunlara yol açarken, sıkıştığı dönemlerde kısmi çözümleri de yine sistem üretir. Çözümler arasında bizzat kendi işleyiş dinamikleri ile oluşan krizler ya da siyasi erke kapı aralayan sosyal demokrasi çözümleri tümüyle kapitalizmin yaşamda kalma mücadelesinin iki farklı görüntüleridir. O nedenledir ki, devlet olgusu ya da siyaset konuları tartışılırken, ekonomi ve sistem çerçevesinin oluşturulması olmazsa olmaz koşuldur, aksi aldatmacadan başka bir çaba ifade etmez.
Salt bu birinci konu da analiz için yeterli olamaz. Çünkü hiçbir ekonomi içinde yüzdüğü küresel çevreden bağımsız değildir, olamaz da. Küresel konumuna ve büyüklüğüne bağlı olarak ekonomiler karşılıklı etkileşimde bulunurlar. Küresel ekonomiler arasında gerçekleşen etkileşimler ekonomilerin büyüklüklerine göre etkileşimlerde karşılıklı yararlanma sonucunu değil, güçlünün güçsüzden kaynak çekme sonucunu doğurur. Geçmişin sömürgeciliğine benzer süreçler günümüzde ekonomi ve ticari süreçlerle yaşanmaktadır. Netice aynıdır, hatta bazı durumlarda daha da vahim olabilir, ancak görüntü farklıdır ve algılanamaz. Günümüzün küreselleşme ve finansallaşma süreçleri Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomiler üzerinde uygulanırken önceleri ekonomik balonlar yaşanır, halkın siyasi iktidara olan beğenisi oylara yansıyarak siyaseti ayakta tutar, fakat işin tuluat bölümü bitip hesaplaşma anı geldiğinde, günümüzde görüldüğü üzere, ekonomi sıkışır.
İşte, yaşadığımız sıkışıklık ve onun üzerinde yükselen siyasi radikalleşme ve halkın yoksullaşma olguları ve görüntüleri özünde bir ekonomik sorundur ve bu sorunu perdelemeye çalışan iktidarın çaresizliği ise kapitalizmin sömürü çarkı içinde bulunuyor olmasının sonucudur. Siyasetin çaresizliği sıkışan dönemde üretimi ayakta tutmaktır. Üretimi ayakta tutabilmek için ise iktidarın sermaye birikimine sempatik yaklaşım yapması sistem icabıdır. Tam da düğümün sıkıştığı yer burasıdır; halk yoksullaşırken üretimi desteklemek siyasi tabanı eritir, siyasi tabanı korumak isteyen iktidar politikaları ise üretimi baltalayabilir. Kapitalizmin bu açmazı sistem içinde çözülemez. Keynes politikalarının da bu süreçte hiçbir iyileştirici reçetesi yoktur.
1929 Krizinde Keynes ile Marx karşı karşıya gelmişti. Görünen o ki, Keynes o düelloda galip çıktı. Ama günümüzde aynı tablo daha da vahimleşerek derinleşmektedir, artık Keynes’in esamisi okunmamakta, buna karşın Marx’ın kitapları ve yazıları sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada daha bir geçerlilik kazanmaktadır. İlginçtir ki, artık sosyal devlet politikaları da, kısmi dillendirmelere rağmen, gündeme gelememektedir.
Mesele 2023 seçimi ya da en kaba hali ile AKP sorunu da değildir. Evet, siyasette lüks, şatafat ve olağanüstü israf devam etmektedir. Evet, görgüsüzce sürdürülen bu şımarıklık sonlandırılmalıdır. Ancak, meseleyi bu saçmalığa bağlamak emperyalistin olduğu kadar var olan siyasi erkin, hatta kapitalist sistem müdafilerinin de fevkalade işine gelmektedir. O nedenle, meseleyi salt siyasi kadro ve yönetim biçimi olarak düşünmek yerine, daha ciddi yaklaşımla, konuyu kapitalizm-emperyalizm bağlamında ele almak kaçınılmaz görülmektedir.
Evrensel'i Takip Et