İmamoğlu otobüsü devirdi – 2: Sol muhalefetin huzuruna Özkök ve Alçı ile çıkmanın, Cem Küçük ile ‘sivil ölüm’ mahkûmu 'Barış akademisyenleri’ni ziyarete gitmekten ne farkı var!..
“İnsan kendi tecrübelerine, yani onlardan bir şeyler öğrenmeye ne kadar açıktır? Kendinin farkında olduğu, kendisi üzerine düşünmeye katlandığı kadar.”
Cemal Kafadar
Galiba lüzumsuz hale geldi bu yazı…
Zira Nagehan Alçı geçen günkü ilâmı ile boşa düşürdü:
“Endişe etmeyin, benim CHP'li olduğum falan yok. 'Sizin mahalle'ye transfer olmaya hiç niyetli değilim.” (HT, 14 Mayıs 2022)
Sizce…
Şakacılığına mı vermeli, yoksa…? (Her ne ise...)
Alçı’dan tebliğ…
“O fotoğrafa” isyan eden CHP’lilerin yüreğini soğuttu mu?
“Oh bee!“ çekerek rahatlayan CHP’li oldu mu, bilemem…
Biz işimize bakalım…
Tam bir hafta önce, salı günü bıraktığımız yerden devam edelim…
Evvela başlığa dair hissettiğim o tereddütten bahsedeyim…
Zira başlıkta pekâlâ şunu okuyabilirdiniz:
“… ESKİ İŞKENCECİLERLE CUMARTESİ
ANNELERİNİ ZİYARETE GİTMEYE BENZER”
Demek de mümkündü…
Gözüm yemedi; vazgeçtim...
Alıkoyan, hayır, ‘fazla’ kaçacağı kanaati olmadı…
Bittabi muhataplarım ile fiziki işkenceciler arasında paralellik kurma izansızlığına sapmayacaktım…
Şu misal üzerinden…
12 Eylül Cuntasının cezaevlerinde yaptığı o şarkı yayınının hatırlatılması üzerinden yürüyecektim…
Yaşamayanlar da benim gibi okudu, dinledi, öğrendi; bilmeyenler de bilvesile bellesin:
12 Eylül darbecileri...
Müşerref Tezcan Akay’ın sipariş ‘Türkiyem’ şarkısını psikolojik işkence olarak kullandı…
Bangır bangır koğuşlara verdi… 12 Eylül tutsaklarına dinletti!..
Nagehan Alçı‘ların …
Her akşam mütemadiyen…
Döne döne, neredeyse, hâkim olunan tüm mecralarda, İktidarın ajit-prop faaliyeti çerçevesinde hayasızca muhalefete saldırdığı programları…
Cunta’nın koğuşlara yaptığı işte bu “Türkiyem” şarkısı yayınlarına benzetecektim…
(Var mı farkı?)
Neresi ile ne kadar farklı?
Siz soruların üstüne düşünürken, ben belirgin ortak noktasına işaret edeyim:
“Çözmek…”
Fiziki işkencede hedef sorgulananı “konuşturmak”; “çözmek”…
Alçı’ların programlarında hedef toplumsal muhalefeti, değerlerini filan “çözmek”…)
Ne var ki buna kalkışmak, medyanın hangi şartlarda/nasıl psikolojik savaş aygıtına dönüştürülebildiği gibi hassas ve netameli bir tartışmaya temas etmeden olmazdı…
Doğrusu, cüret edemedim buna...
Zira mevzu hayli dağılacaktı…
Ki bakın, zaten bu haliyle dahi saptı yan yollara…
Medya tartışmasına bırakalım bunu, biz bahsimizin ana güzergâhına dönelim…
Pekiii…
Cem Küçük sokuşturması nereden çıktı?..
Şuradan:
BARIŞ AKADEMİSYENLERİ İÇİN ‘SİVİL ÖLÜM’Ü SAVUNMUŞTU…
Açalım kutuyu:
AKP Rejimi, ‘Barış’ bildirisini imzalayan 1128 akademisyenin “halledilme” tarzını arıyordu…
Polis ‘baskını’ yiyen ve gözaltına alınan akademisyen haberleri iç ve dış ‘kamuoyunda’ tepki görüyordu...
‘İç’ kolaydı da... (bi’şekilde...)
Şu ‘dış’a ne oluyordu!!..
Batı’dan gelen (güya) itirazları kabartmayacak “ince formül” arayışı sürüyor…
İktidar medyası personeli de meşreplerince çareler üretiyordu…
El hak…
Cem Küçük’ün eksiği yok, fazlası vardı, âdeta ‘infaz projesi yarışması’ şeklinde cereyan eden infaz arama taramalarında...
Star gazetesinde feyz dağıtıyordu o sıralarda, hazret...
Kendi Küçük, projesi büyüktü:
“1128 akademisyeni tutuklayıp mahkûm etmek ‘binlerce hoca tutuklu’ algısı oluşturur. Batı’nın tepkisini çeker. Zorda kalırız. Bu propaganda şansını vermeyelim onlara…”
Diyordu -mealen- Cem Küçük, devlet adamı refleksiyle, malûm karar merciine sesleniyordu...
Cem Küçük’ün ‘Medeni Ölüm’ mekanizmaları başlıklı yazısındaki teklifi şu idi:
“Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Tıpkı Batı’daki gibi MEDENİ ÖLÜM MEKANİZMALARI KURMAK GEREKİR. Yani savcılar işe el atmadan ÜNİVERSİTELER HEMEN O AKADEMİSYENLERİN İŞ AKDİNİ FESHETMELİ. O KİŞİLER BİR DAHA İŞ BULAMAMALI VE KARİYERLERİ BİTMELİ. Medyaya çıkamamalı ve toplum da onları otomatik olarak dışlar.” (Star, 16 Ocak 2016, VURGULAR benden -era)
Kâfi sayılsın…
Şimdii…
Sual edelim Ekrem İmamoğlu’na:
Böyle bir profille...
CEM KÜÇÜK İLE “SİVİL ÖLÜM”LERİNİ
İSTEDİĞİ HOCALARI ZİYARETE GİDER MİSİNİZ?
Giderseniz o işinden aşından edilmiş akademisyenlerin hislerini provoke etmiş olmaz mısınız?
1128 akademisyen ve barış destekçilerine hakaret etmiş sayılmaz mısınız?
…
Âlâ…
Öyleyse Ertuğrul Özkök ve Nagehan Alçı’yı Karadeniz gezisine davet de o ibretlik fotoğraf da ne oluyor?..
Küçük ile bu zatlar farklı mı?
Böyle düşünüyorsanız Ekrem Bey, fena halde yanılıyorsunuz…
Haa şu ise..
“Bugün Nagehan Hanım yarın Cem Küçük Bey gelecek” diyorsanız, selametle... selametle!..
Bu halde sözüm sadece size olur, kıymetli okur…
Evvela altını çizelim:
ERTUĞRUL ÖZKÖK DE NAGEHAN ALÇI DA DEMOKRAT/SOL
VİCDAN MAHKEMESİNİN MÜEBBETLİKLERİDİR…
Dikkat buyurun; yargı kararından, hukuki suçtan bahsetmiyorum…
Altı çizilen:
“Vicdan mahkemesi”
Kestirmeden şu kadarını söyleyeceğim:
Dünkü müesses nizamla meselesi olan hiç kimse/çevre yok ki, Ertuğrul Özkök’ün paçasına yapışma hakkı olmasın…
Bugünkü yeni müesses nizamla meselesi olan hiç kimse/çevre yok ki, Nagehan Alçı’nın yakasına yapışma hakkı olmasın…
Bu ‘şerefi’ mesela Ertuğrul Özkök nasıl kazandı?..
Zihin zaptiyeliği sayesinde:
‘NORMATÖR’ ÖZKÖK HÜRRİYET’İ TOPLUMUN SAATİNİ SİSTEMİN SAATİNE UYDURMA ENSTİTÜSÜ OLARAK YÖNETTİ…
‘Normatör’ derken:
Hakkına hukukuna sahip çıkmakta ısrar mı ediyorsun!
“Azgın azınlık” yaftası asıp boynuna…
Övgüler dizdiği, ideal yurttaş saydığı “sessiz çoğunluk”un önüne attı hep…
Kışkırttı… Manipüle etti..
Sermayenin “eşik bekçisi” olarak O en çok “sessiz çoğunluk”u sevdi…
Hayatın her alanını hâkim sınıflar sisteminin bekasına göre düzenlemeye girişti…
‘Servet düşmanlığı’ çağrıştırmasın diye…
“Sosyete” değil, “Cemiyet hayatı” vardı mesela- ki, rakibi gazetelere bile kabul ettirdi bu tabiri...
Toplumsal hafıza da Özkök’ün talim terbiye kırbacının altında tertiplenmeye çalışıldı…
Misal mi?
Sivas Katliamı anmalarına ne lüzum vardı; acı hatırları kaşımamak lazımdı…
Şimdilerde aynı nakarat “sıkılı yumruklar” retoriği ile “Beşli Çete” aklayıcılığında tezahür ediyor… (Bu mesele ayrıca kurcalamayı hak ediyor; bilahare…)
Bakın; Ahmet Kaya için atılan o manşetlere girmiyorum…
Özkök boşuna TÜSİAD üyeliği yapmadı:
İş adamı misyonuyla iş takipçiliğini meşrulaştırdı; gazeteciliğin genetiğini değiştirdi...
Ertuğrul Özkök bir ‘pas’tır; nüfuz ettiği her şeyi çürüttü..
Koşar adımlarla hızlı bakış atınca Özkök profiline, pek makbul bir “gazeteci” çıkmıyor, Ekrem Bey...
Eee… Ne yapacağız şimdi?..
Ya Nagehan Alçı’ya ne demeli?
Bakın; tane tane yazıyorum:
NAGEHAN ALÇI ‘HİÇTEN HEP YAPILAN’ OPERASYONEL BİR APARATTIR…
Akşam gazetesinde mesaidaşlığım var; kısmen şahitlik ederim mazisine, Alçı’nın…
Sahiden sonradan hep düşündüm:
Tebessüm ettiren, ara sıra saklayamadığı hırslarını göstermesi dışında...
O halim selim kendi halinde bir kadın, nasıl böyle hırçın/saldırgan medya aparatına dönüştü(rüldü)?
Sıradan bir gazeteciden, kısa sürede, “medya karteli” patronu Aydın Doğan’ı ayağına, evine ziyarete getirten Nagehan Alçı figürü nasıl doğdu?...
Bu gücü nasıl kazandı?..
Maziden atiye…
Bu hikâye bize “Hiçken hep olma”yı anlatıyor… (olmalı)
Karşımızda kişisel/mesleki başarı hikâyesi mi duruyor; hayır; katiyen…
Öyleyse sırrı?
“TEK ADAM “REJİMİNİN İNŞASI SÜRECİNDE KURUCU AYGITLARIN BAŞINDA GELEN MEDYA AĞI İÇİNDE APARAT OLARAK KONUMLANMASI, ALÇI’YI BELKİ ANCAK HAYAL ETTİĞİ NOKTAYA TAŞIDI…
Çoğumuz gibi (ya da benim çokça kaybettiğim) iş güvencesi hayli sallantıda olan sıradan bir muhabirden, icabında her akşam birkaç kanalda boy gösteren “kanaat önderi”/yorumcu yaratan o güç, İktidarın mutlak medya hakimiyeti idi:
Hiçten hep imal etme…
Geçen hafta da kullandım, bu tarifi…
Şevket Süreyya Aydemir’den aldım, tabiri…
Şevket Süreyya, Suyu Arayan Adam’da şöyle yazar:
“Bolşevik İhtilâli’nde Partili’yi parti imal ettiği gibi Osmanlı tarihinde de ‘Devşirme’yi saray imal ederdi. Onu, hiç iken hep yapardı… ama hep iken hiç yapmak da gene sarayın elindeydi.”*
Şevket S. Aydemir’in tespitindeki kritik vurgu:
“Onu, hiç iken hep yapardı… ama hep iken hiç yapmak da gene sarayın elindeydi.”
AKP/Cemaat koalisyonunun “devşirdiği” Alçı’nın kısa sürede ülkenin en çok konuşulan gazetecisi haline gelmesinin anahtarı işte bu cümlenin ilk yarısında:
“Hiç iken hep yap(ılması)”
Neyin sayesinde?
Tekrar olsun:
İktidar’ın psikolojik savaş merkezi olarak örgütlenen medya ağının operasyon aparatı bir ‘gazeteci’ olması karşılığında, birkaç yılda ülkenin (hatırı sayılır bir kesimi nezdinde “nefret objesi” hüviyetiyle de olsa) en tanınmış simaları arasına girdi... (neredeyse…)
Peki şimdi bu muhalif muhitleri fethetme hamlelerini neye yormalı?..
Aydemir’in kritik tespiti olarak andığım cümlenin ikinci kısmı ne diyordu?
“… ama hep iken hiç yapmak da gene sarayın elindeydi.”
Nicedir Erdoğan’ın uçak mürettebatında yer almaması tahrik ediyor soruyu:
İktidar cenahıyla eski kıvamını kaybetmiş olabilir mi, cihaz-aparat ilişkisi?
Kimi emareler** böyle diyor...
Keza son bir iki yıldır “Liberal demokratım” beyanlarını gözlere sokarcasına tekrarı da iktidarla “seviyeli bir ilişki” arzusu olarak okunabilir…
Şu ya da bu sebeple bilmiyoruz ama kesin olan şu:
Alçı -şimdiki parametreler çerçevesinde- çok da üzülmüyor olabilir, İktidar ile telafisi mümkün -varsa- mesafelenmeye …
Zira o artık stratejik doğrultusunun revize etme eğiliminde görülüyor:
“Mahalleler üstü” saygın gazeteci rolüne oynuyor...
Tabii bu haliyle…
NAGEHAN ALÇI EDİNMEYE ÇALIŞTIĞI YENİ İMAJIYLA, ‘YER ALTINDAN’ GÖTÜRDÜĞÜ SERVET İLE İŞ İNSANI OLMAYA SOYUNAN, SAYGIN İŞ İNSANI MEŞRUİYETİ KAZANMAYA ÇALIŞAN MAFYACILARA BENZİYOR…
İddianın kastını şu misalle izah edeyim:
İsteyen “Baba” filmini hatırlayabilir…
İllegal sahada kazanılan servet, şartların değişmesiyle, legal yatırımlara dönüştürülür…
Dünün ürkütücü mafya şefleri artık kravatlı, bond çantalı birer işadamına dönüşmeye başlar..
Marx Kapital’de de işaret eder; ilk sermayenin edinilmesinde bu vur kaç işlerine…
Nitekim bugün kimi büyük holdinglerin mazisine dair böyle alengirli hikâyeleri duymamız da bunu gösterir...
Teşbihte hata olmaz…
Alçı’nın vaziyeti de o hesap...
Geçenlerde (12 Mayıs 2012) “Geçmişte çok sayıda hatam ve yanlışım olmuştur. O hatalara ve yanlışlara da bu köşede değineceğim ” diye yazdığı üzere..
İşte esas kariyerini o “hata ve yanlışlar”ı icra ettiği kirli medya tezgâhları sürecinde yaptı, Alçı yazar...
Ama fakat…
Şimdi de artık Ahmet Hakan misali, “doğruya doğru, eğriye eğri derim”*** diskuru çekerek hakkaniyetli, saygın gazeteci postuna oturmak istiyor… (yerseniz)
Tutar mı, hesabı?
Göreceğiz ama olmaz değil, doğrusu…
Hele ki böyle Ekrem İmamoğlu bonkörlükleri olursa…
Ha keza…
Kılıçdaroğlu dahil diğer CHP zevatı Alçı’yı bu kimlikte kabullenmekte beis görmeyebilir…
Nitekim kimi CHP kurmaylarının muteber gazeteci muamele yapması da Alçı’ya “pışşıık” yaptırıyor…
Ya biz?
Sizi bilmem…
Benim için fikir tartışmasının tarafı dahi değil Nagehan Alçı...
Olsa olsa psikolojik savaş manipülasyonlarına kaşı antifaşist defansın muhatabı olur…
Ha bir de şu:
Ekrem İmamoğlu’nun yönelimlerini test edecek turnusol olur “o fotoğraf” eksenli saflaşma…
Bağlarken bir nanik de ben yapayım, İmamoğlu’nun soldan eleştirilerinden ötürü eline ovuşturan Saray rejimi efradına…
Bu tartışmalardan size ekmek çıkmaz… çıkarmamalıyız!..
Tek adam rejiminin tasfiyesi hedefini hiçbir farklı duruş önceleyemez…
Biline!..
----
* Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, s. 189, 2’nolu dipnot; vurgu benden – era
** Sabah yazarı Melih Altınok’un şu ifadeleri mesela: “Şimdi Nagehan için "Dönse bile gelmesin" derken…” “Ayrıca sosyal medyadan gördüğüm kadarıyla, [İmamoğlu] Nagehan'ı sahiplenerek AK Partililerin hayır duasını da aldı.” AKP cenahından gelen bu tarz eleştiriler, Alçı’yı rahatsız etmek şöyle dursun muhtemelen -yeni stratejisine hizmet ettiği ölçüde- memnun ediyor…
*** Alçı’nın son olarak kendince Canan Kaftancıoğlu lehinde tavır almasını adeta mitingler düzenleyerek takdim etmesi de bu baptan sayılmalı…
Özür: Utanarak düzeltiyorum. Gazetenin baskısında büyük bir gaf yaparak ANKA’nın kurucusu Müşerref Hekimoğlu'nun kemiklerini sızlattık... Türkiyem şarkısı Müşerref Tezcan Akay'a ait... Güneşi bol olsun; Müşerref Hekimoğlu'ndan, kıymetli yakınlarından, sevenlerinden ve meslektaşlarımdan ve tabii siz okurlarımdan çok ama çok özür dilerim... Saygıyla...
Evrensel'i Takip Et