10 yılda bir gelen…
Fotorğraf: Özcan Yaman
20 sene önce devasa bir fabrikanın tedarik bölümünde çalışıyordum. Dünyanın dört köşesinden parçalar ithal ediliyor, üretimde kullanıp ürün ihraç ediliyor. Gelirim asgari ücretten küsurat fazla, her gün milyon dolarlık mal sipariş veriyorum, milyonlarca liralık akreditif talimatları yazıyorum. Milyonlarca ev yapıp kendi evi olmayan inşaat ustası gibi işte.
Günde 15-16 saat çalıştığımız oluyordu. Uzak Doğu’dakilerle yazışıyoruz, araşıyoruz. Saat farkları yüzünden hep fazla mesaideyiz.
Malzeme oradan geliyor, ucuz. İsimlerini Latin alfabesiyle ifade etmek zor diye takma isim seçip kullanıyorlar yazışmalarda genelde: Peter, Joe, Justine, Clara, Peggy vesaire.
Justine, fabrikaya ziyaret için gönderildiğini yazdı. Çok heyecanlıydı. Hayatında ilk kez yurt dışına çıkacak, o da İzmir. Benimle pazarlığa geliyor. Ben 22 yaşındayım o zamanlar, o 25.
Üç yıldır aynı fiyata alıyoruz, zam isteyecek patronu adına. Bana da talimat geldi, indirim alacağım patron adına. Çekik gözlü benden de ufak tefek, kocaman gözlükleri olan çekik gözlü, şaşkın bir kadın. Girdik toplantı odasına. İkimiz de inanmadığımız cümlelerle tembihlendiğimiz şeyleri aktardık birbirimize. Ben güçlü bir alıcıyı temsil ediyordum, çok güçlü. Neticede yüzde 10 zam için dünyanın öte ucundan gelen Justine, yüzde 7 indirim vermek zorunda kaldı. Ağlıyor toplantı odasında. Haklı.
Elimden hiçbir şey gelmiyor. Yüzde 12 indirim şart koşmuşlardı bana da, ben de yüzde 7 için hesap vereceğim. Beni de atarlar belki işten, tazminatım üç kuruştur, “Binlerce işsiz var yerinizde olmak isteyen” diyor patron her fabrika ziyaretinde zaten.
Dedim Justine, başımıza ne geleceğini sonra düşünelim, şimdi gel seni iş çıkışı biraz gezdireyim. Yurt dışındasın bak, böyle hatırlama şehrimizi.
Cuma gecesinden pazar akşamına kadar Justine’i sahilde rakı içmeye, Alsancak’ta canlı müzik dinlemeye, dans etmeye, Kordon’da çimenlere uzanıp yıldızlara bakmaya, Güzelbahçe’de mükellef bir kahvaltıya, Kemeraltı’da kahve içmeye, Konak’ta alışverişe ve daha bir sürü yere götürdüm.
Arkadaş olduk. Yazıştık uzun zaman, sonraki iş değişikliklerimizde kaybettik izimizi.
10 yıl sonra 2013’te Gezi Parkı için milyonlar 80 ilde sokağa döküldüğünde, Facebook’tan buldu beni. Kendi gazetelerinden Gezi hakkında bir haberi göndermiş. “Gerçek mi bu Ayşen, iyi misin?” diyordu.
“Şimdi daha iyiyiz Justine, başımıza neler geldi tahmin edemezsin. İnterneti yasaklamaya çalışıyorlar, sınav sorularını çalmışlar, içkiyi yasaklamaya, şehrin en güzel, simge binalarını, parklarını yıkmaya kalktılar, kadınlar hakkında söylediklerini bir duysan, ölüyor gibiydik baskıdan, haksızlıktan. Öyle kendi kendimize çürüyoruz sanıyorduk, meğer milyonlarca insanmışız, herkes o kadar iyi kalpli, paylaşımcı ki keşke burada olup şu ortamı bir görebilsen” yazmışım İngilizcem yettiğince.
Bir fotoğraf daha göndermişti, gaz içinde nefessiz kalmış bir kadın. “Senin için endişeleniyorum, korkmuyor musunuz?” yazmış.
“We were just breathing as a human, now sometimes we can’t breath beause of the tear gas but we feel alive” yazmışım.
“İnsan olarak sadece nefes alıyorduk, şimdi bazen gazdan nefes alamıyoruz ama hayatta olduğumuzu hissediyoruz en azından” demeye çalışmışım. Haziran başı yazışmalar.
Bu cuma, yine neredeyse 10 yıl sonra, yazmış bana, Türkiye’den çekiliyormuş yeni işyeri. Bazı finansal değerler sunulmuş, ekonominin öngörülemezliği vs. Bunlar gerçek mi? diye sordu.
Mesajı görünce hemen “Merhaba Justine” yazmış bulundum. Elimde telefon öyle ekrana bakıyorum gerisini getiremedim. Nereden başlayayım?
İkimiz de çevrim içiyiz, duruyoruz karşılıklı.
Bir şeyler yazmam lazım, halledeceğiz demek yakışır. Diyemiyorum da. Milyonlarca şey geçiyor kafamdan. Onca sene olmuş, kadıncağızın haberi yok neye dönüştüğümüzden.
Nasıl özetlenir bilemiyorum, her güne onlarca travma.
Ekrana bakıp bakıp “Arkadaşlarımızı tutukladılar” yazabildim, sanki koca lokma kuru ayva oturmuş boğazıma.
Çat diye aradı WhatsApp’tan. “Honey...” dedi bir tek. Terapist koltuğunda çözülür gibi aralarda ağlayarak, nefes almadan, dilim yettiğince ve İngilizcenin kafasını gözünü kırarak anlattım tam 28 dakika boyunca: Aç kalıyoruz Justine biz, evsiz kalıyoruz, artık sokaklarda dans etmek yok, konser yok, festival yok, dışarıda yemek yiyecek paramız yok, neşemiz yok, uçağa binmek hayal oldu, o fotoğraflarını gönderdiğin Taksim değil artık burası, ormanlar, dereler, koylar, sahiller, göller gitti, arkadaşlarımız gitti, havalimanı gidiyor, başımıza çok işler geldi biz artık insan olduğumuzu hissedemiyoruz, nefes alamıyoruz, bize bir hayat bırakmadılar. Ne olacağız belli değil, sürekli koşturuyoruz bir yerlere ama nereye kadar, bu belirsizlik, bu bekleme hali beni öldürüyor...”
Yarım saatin sonunda Justine dedi ki
“Anlıyorum seni. Her an daha kötüye gidebilecek belirsizlik hissi. Türkiye Tayvan’ı tanımıyor, çoğu ülke tanımıyor. Kendimi bildim bileli ülkemizi tanımayan ülkelerle ticaret yapan şirketlerde çalışıyorum. Hem varız hem yokuz anlayacağın. Oraya geldiğimde gördüğüm insanlar öyle neşeli, öyle coşkuluydu, öyle güzel yaşıyordunuz ki hayatı, yirmi-yirmi beş yılda tükenecek gibi değildi. Bunaldıkça o gençlik halimizi, üç gün boyunca durmadan eğlenmemizi hâlâ hatırlarım. Bir kere yaşandıysa yine yaşanabilir diye. (Once it happened it may happen again) Sen de o günleri hatırlasan acaba iyi gelmez mi?”
Sürekli “Hayat bize sunulandan ibaret değil” diyordum ama sunulana karşı durmaktan hayata dair hayaller kurmayı ihmal ediyordum. Zor zira bunca yoksunluk içinde hayal kurmak.
Belirsizlik hissi de atıllaştırıyor insanı. Olanı biteni görmek, olabilecekler konusunda endişeleri büyütüyor. O endişeleri dile getirmek mühim ama farkında olmadan karamsarlaştırıyor.
Hayatı savunurken hayatı yaşamayı unutuyoruz. Milyonlarca kahırlı öfke yumağıyız, yuvarlanırken kime denk gelirsek orada patlıyoruz.
Diğer tüm değişkenler sabitken hayattan tat almayı bilirdim, bisiklete binmek gibidir, unutulmaz.
Justine ile telefonu kapatınca, giyinip Beyoğlu’da Redd Konseri’ne gittim.
Şimdiki haline diz dövdüğümüz İstiklal’den geçip Fitaş’a girdim. Salon kalabalıktı. Her çeşit insan vardı.
Kumaş yelekli, bıyıklı, bıçkın görünümlü genç bir adam, işten çıkıp geldiği üzerlerindeki gömleklerden belli genç kadınlar, şortlarıyla üniversiteliler, başörtülü genç kızlar, ellerinde içkileriyle sarmaş dolaş dans eden çiftler, yirmilikler, otuzluklar, kırklıklar, ellilikler.
Yankı odamda böyle bir ülke yoktu, kalmamıştı.
Onca insanı bir arada şarkı söylerken ve yan yana eğlenirken görmek, hele de olayın Beyoğlu’da yaşanıyor olması, pek çok şeyden daha iyi geldi.
Cuma gecesi; bu konuşmadan önce Atatürk Havalimanı, SADAT ve Boğaziçi eylemleri hakkında bir yayın yapmış, üzerine seçim güvenliğine dair bir yazı yazmaya hazırlanıyordum.
Kalkıp konsere gittim.
Bu satırları cumartesi sabahı beş civarı yazıyorum, seçim güvenliğinden önce ruh sağlığımızı güvenceye almamız gerektiğini düşünüyorum artık.
Yaşamı kucaklamadan yan yana yürüyemeyeceğiz. Tahammülsüzlüklerimizin hazır bir hedefi varken, kırmayalım artık birbirimizi.
“Siz çok iyi, neşeli ve cesur insanlarsınız” dedi Justine. Bir cümleye uzaklaştığımız ve aslında ihtiyacımız olan üç maddeyi koydu.
İyilik, neşe ve cesaret bizden yana olsun.
Bu hafta yazı bir iç dökme oldu, affınıza mağruren. Yazarı hayatı kucaklamaya vakit ayırma derdine düştüğünden.
Sahip çıkılmış keyiflerle bir pazar dilerim.
Bir kere olduysa bir daha olur. Kazanabiliriz, hâlâ inanıyorum.
- Merhaba yeni sene, mutluluk hangi seneye? 04 Ocak 2025 06:30
- Öngörü, strateji ve bir film üzerine 28 Aralık 2024 04:50
- Uyanık tutan sorular 21 Aralık 2024 05:15
- Kara kış 14 Aralık 2024 04:45
- Karar üzerine tartışma 07 Aralık 2024 06:25
- İçimdeki taziye çadırı 30 Kasım 2024 06:10
- Had aşımı 23 Kasım 2024 05:04
- Kitap-defter açık sınav 16 Kasım 2024 04:47
- Soru 09 Kasım 2024 04:19
- Bi'şey 02 Kasım 2024 04:47
- Bazı huylarımız iyi değil... 26 Ekim 2024 04:25
- El artırmak üzerine 19 Ekim 2024 04:24