4 Haziran 2022

Nerede o eski gerilim filmleri!

Görsel Men filminin afişinden alınmıştır. 

Geçenlerde bir grup 40 plus insan otururken, ’70’li ve ’80’li yılların korku filmlerini konuşmaya başladık ve şu ortak kanaate vardık: “Nerede o eski gerilim filmleri”. Şimdilerde tek tük örnekleri çıksa, parlak fikirler görsek de bir John Carpenter (The Thing, They Live, The Fog) ya da bir Wes Craven (A Nightmare on Elm Street, Scream) kadar yaratıcı, konu çeşitliliği açısından zengin olduklarını söyleyemediğimiz gibi, risk aldıklarından da bahsetmek zor. Üstelik o kuşağın işleri daha zordu çünkü filmleri ana akım muamelesi görüyordu.

Şimdilerde daha melez bir tür korku. Yani bir yandan ‘sanatsal ve politik’ unsurlar taşısın ama öte yandan da gişede hatırı sayılır bir etki yaratsın beklentisi var. Ama temel belirleyenin ilki olduğunu ve öncüllerinden daha fazla politik metne odaklandıklarını düşünüyorum açıkçası. Bu da kaçınılmaz tekrarları beraberinde getiriyor. Irkçılık, cinsiyetçilik ve çevre sorunları bunların başında geliyor. Konuyu daha fazla dallandırıp budaklandırmadan bu haftanın öne çıkan filmine getireyim lafı.

Alex Garland, 2014 tarihli “Ex Machina” ile hayli konuşuldu. Kendi adıma dikkat çekici yönleri olmasına rağmen, yeni bir şey bulamamıştım bu bilim kurguda. Daha önce defalarca işlenmiş temalara, bir kez daha bakıyordu sanki. Bu hissim 2018 tarihli “Annihilation” (Yok Oluş) filmini izlediğimde de değişmedi. Ve bu hafta itibariyle sinemalarımıza konuk olan “Men” (Adamlar) ile daha da pekişti.

Çünkü film ilk yarım saatinin ardından Jordan Peele’nin vakti zamanında büyük sükse yapan filmi “Kapan”ı (Get Out, 2017) fazlasıyla andırmaya ve öngörülür olmaya başlıyor. Oysaki ilk yarım saat bir kez daha yönetmenin maharetine şapka çıkarıyoruz.

Ağır bir travmanın ardından, yıllardır hayalini kurduğu taşraya bir tatile gidiyor kahramanımız Harper. Kocasıyla sıkıntılı bir süreci geride bırakmıştır ve bu şirin köyde, iki katlı tarihi evde kendine gelmeyi planlamaktadır. İlk yarım saat, Harper’in hem kendisini hem de etrafı keşfettiği, bizi de bu keşfe davet ettiği lezzetli bir açılış sunuyor film. Garland’ın kamerayı koyduğu yer ve açı üzerine inşa edilen kurgusu da bu hissi destekliyor. Harper’ın ormanda gezinirken, evde otururken içinden geçenleri hep kameranın yerini sürekli değiştirerek anlatmaya çalışıyor yönetmen ve bu oyuncunun farklı hallerini bizlere geçiriyor.

Kahramanımız bir gün ormanda gezerken çıplak bir adamın kendisini takip ettiğini fark ediyor. Sonra hikayenin içine köyün diğer erkekleri de giriyor ve film biz erkekler için “Allah bizim belamızı versin” hissi yaratan, ama bunu yaparken çok fazla kör gözüm parmağa olmaktan kurtulamayan bir hale bürünüyor.

Bu kadınsız (Sadece bir kadın polis görüyoruz, bir de Harper’ın telefonda görüntülü görüştüğü arkadaşı Riley var) filmi “Kapan”a benzeten nokta, öncelikle tema. Güven hissiyle gelinen bir yerdeki ‘iyi’ insanların aslında o kadar iyi olmadıklarını görmek. İkincisi gerilimin kurulma biçimi de ‘kapan’ hissini fazlasıyla yaşatıyor. Ama buradaki temel sıkıntı filmin en vurucu olması beklenen final bölümünün ‘dehşetli’ ama sıradan ve kolay öngörülebilir olması. Daha final başlar başlamaz hikayenin nereye bağlanacağını, matruşkadan (İzleyenler anlayacaktır) en son kimin çıkacağını öngörmek kolay.

Öte yandan politik bildirisini, bu kadar doğrudan ve kör göze parmak anlatmak hoş olabilir ama sinematografik değil. Bunda bir sorun yok. Ama yeri gelmişken iki kelam etmeden geçmeyeyim. Ken Loach’u, Dardenne Biraderler’i emekçi hikayeleri anlatırken fazla didaktik, slogancı bulanların buradaki kabalığı görmeyip yere göğe sığdıramamalarını anlamak güç. Üstelik sadece bu filmi kastetmiyorum. Ayrıca Loach ve Dardenne’ler bunu bilerek yapıyorlar. Bu tür filmlerde ise bilinçli bir kaçınma olmasına rağmen ortaya çıkan manzara bu oluyor.

Dosya, kitap konusu olacak bu tartışmayı kenara bırakıp filmin iyi şeylerinden birine saygımızı sunarak bitirelim. Harper’ı canlandıran “Çernobil” ve “Fargo” dizileri, “Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum”, “Vahşi Rose” filmlerinden tanıdığımız Jessie Buckley’ın çabası filmin en ışıldayan yanı.   

Evrensel'i Takip Et