Zam, enflasyon durmuyor: Peki, işçiler neden ayağa kalkmıyor?
Fotoğraf: Evrensel
Başlıktaki soru, son günlerde sıklıkla duyduğumuz ve nerdeyse herkesin dilinde olan bir soru. İşçiler, emekçiler zam yağmuru altında bunalmış durumda. Alım gücü hızla eriyor. Yüksek enflasyon, TL’nin değer kaybı işçi ücretlerini eziyor. Bu ortamda her bir işçi, diğer işçilere kızıyor, harekete geçmekte güven sorunu yaşıyor. Kızdığı işçilerin de kendisine kızdığını, güven duymak istediğini çoğunlukla bilmeden!
İşi, ekmeği ve hak mücadelesi için bir başkasından beklemek neden? Öncelikle belirtmek gerekir ki, başlıktaki soruyu soranlar ya da şikayet edenler, mücadeleye bir yerden başladıklarında işçi sınıfının üzerindeki kara bulutlar dağılmaya başlayacak. Ve devamında; bunca zamma, hayat pahalılığına rağmen işçi hareketini geriye çeken, frenleyen güncel sorunlar neler, birlikte bakmaya çalışalım.
Sendikalı işyerlerinde çalışan kimi işçiler asgari ücretin iki katı kadar maaş alıyorlar. Asgari ücretlinin haline bakarak “Daha kötüleri de var” diyen işçi sayısı az değil. Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek gibi bir tablo var. Öyle ki açlık sınırının altına düşen asgari ücret oranı, bu oranın üzerinde ama yoksulluk sınırının da çok altında ücret alan işçiler için bir “teselli” kaynağı olabiliyor. Aynı işçiler, asgari ücretin iki katı maaş aldıkları halde geçinemediklerini ama işlerini kaybetmek istemediklerini de söylüyorlar. Sendikalı olup taşeronda çalışan ya da örneğin tekstil işçisi olan emekçilerin aldığı ücretler daha felaket. Hükümet ve arkasındaki sermaye sınıfı çalışma hayatında işte böyle bir Türkiye tablosu yarattı.
Gerek asgari ücretli olsun gerekse yoksulluk sınırının altında ücret alan işçiler olsun, hemen herkes ücretlere ek zam talep ediyor. Çünkü alınan para geçinmeye yetmiyor. Bu durumda işçiler fazla mesailere yükleniyor. Günde 14-16 saat çalışan metal, petrol gibi ağır sanayi işçileri de çoğalmaya başladı. “Fabrika ve ev dışında hayatım kalmadı” diyen işçilerin sayısı giderek artıyor. Resmi tatil günlerinde (Yüzde 200 zamlı günlük ücret alarak) çalışmak da buna dahil. Yani “Sendikalı olmak” giderek fazla mesai ücretleriyle açığı kapatmanın ve resmi tatillerde çalışarak maaşı artırmanın “ayrıcalığı” haline geliyor. Buna ne kadar “ayrıcalık” denirse artık! İşçiler için en az yoksulluk sınırı kadar ve insanca yaşayacak bir ücret hayal görünüyor. TİS’ler TÜİK enflasyonuna sabitlenmiş durumda. Sendikalar, insanca yaşayacak bir ücreti ve sosyal hakları kazanmanın ya da bunları ilerletmenin çok uzağındalar. Oysa işçilerin tam da burada bir hesaplaşmaya girmesi gerekiyor.
Yaşamak nedir? Yaşamak sadece karnını doyurmak değildir. (Ki işçi aileleri asgari gerekli besinden de giderek uzaklaşıyor.) Haftada 5 gün, 35 saat ve günde 7 saat çalışmak bugün için işçilerin en temel hakkıdır. Haftada 2 gün ve yılda en az 30 gün tatil de aynı şekilde bir hak olmalıdır. İşçiler, aileleriyle birlikte dinlenecekleri, tatile gidebilecekleri, kültürel sanatsal sportif vb. etkinliklere katılabilecekleri insanca bir ücreti alabilmelidirler. Açlık ücretinin resmi enflasyona endekslenmesiyle sınırlı bir sendikal anlayış asla kabul edilmemelidir. Sendikal haklar, TİS’ler bu kapsama sıkıştırılamaz.
Benzine, doğal gaza, elektriğe, ev kirasına, temel tüketim maddelerine her gün zam üstüne zam gelirken işçi ücret artışları ne kadar koruyucu olabilir? “Benim ücretime zam yapmasınlar kardeşim! Şu zam yağmurunu durdursunlar, zamları geri alsınlar ben razıyım...” Bu ve benzeri bireysel çıkışlar fabrikalarda çoğalmaya başlıyor. Öfke hali bir gerçeği ifade ediyor. Zira ücretlere ek zam talep ederken enflasyon ve zam yağmurunun da durması şart. Fakat sorun şu ki, tepkiler bireysel olmaktan çıkmalı, toplu ve örgütlü hale gelmeli. İşçilerin, emekçilerin sendikaları tabandan zorlayarak hayat pahalılığına karşı mücadeleyi de gündem yapması gerekiyor.
Ülkedeki sert siyasal iklim karşısında işçilerden şu diyaloglar geliyor: “Hükümet dayanamaz temmuzda ek zam vermek zorunda”, “Temmuz olmazsa ocak olur, o da olmazsa haziran 2023 seçimlerine doğru mecburen bir iyileştirme olur.” Bu durum, işçilerin kendisini özne olarak görmeleri yerine onları pasif beklentiye sokan bir tehlikeye işaret. Oysa meydanlarda atılan o slogandaki gibi “Hak verilmez alınır!” Bu nedenle işçiler burjuva partilere, fillerin tepişmesine bel bağlamamalıdır. Yoksa sonuç hüsran olur. İşçi sınıfı hak alacaksa bunu kendi birliğiyle ve mücadelesiyle alacaktır.
Peki, işçileri bu pasif beklenticiliğe sokan etki nedir? Birincisi sendikal bürokrasidir ki, onlar burjuva sınıfa teslim olarak işçilere ihanet etmektedirler. İkincisi, patronların işçilere aşılamaya çalıştığı burjuva düzen siyasetidir. Mesela düzen muhalefeti, “Her şey seçimden sonra güzel olacak” diyerek işçilerin öfkesini sürekli olarak yatıştırmaktadır. Böylece işçiler her gün biraz daha geriye gitmekte, hak kaybına uğramaktadırlar. Kaldı ki düzen muhalefetinin işçilere hazırladığı ekonomik paket, (Uluslararası sermayeye güven veren) acı reçetelerle doludur.
İşçi sınıfı siyaset sahnesine kendi talepleriyle ve kendi siyaset tarzıyla çıkmak zorundadır. Fabrikada birlik, tabandan örgütlenen mücadele komiteleri, sendikalar üzerinde baskı, burjuva partilerden kopuş ve bağımsız sınıf tavrı, her alanda işçi denetimi, ekonomik ve demokratik hak grevleri, mitingler, gösteriler… Bütün bu mücadele biçimleri, işçilerin bu köhnemiş düzeni değiştirmek ve haklarını geliştirmek için devreye sokacakları mücadele biçimleridir. Tarihimizin gösterdiği gerçek şudur ki; burjuva hükümetler, işçi grev ve gösterileri, emekçilerin topyekün mücadelesi olmadan gerilemezler, gitmezler.
15-16 Haziran şanlı işçi direnişi, ’89-90 Bahar Eylemleri, 100 bin kişilik Zonguldak madenci yürüyüşü, 5 Nisan IMF kararlarına karşı gerçekleşen işçi emekçi mitingleri… Bütün bu mücadele süreçlerinin sadece sosyal değil politik sonuçları da olmuştur.
Bugün işçilerin mücadele etmediğini kimse söyleyemez. Tüm zorluklara, korku iklimine rağmen lokal grev ve işçi direnişleri gündemden eksilmiyor. Ama sözünü ettiğimiz şey çok daha güçlü bir ayağa kalkış ihtiyacıdır.
15-16 Haziran günlerinde dönemin hükümetine, işçileri ezen yasal düzenlemelere meydan okuyan ve sendikal bürokrasinin bariyerlerini aşarak destan yazan o işçiler uzaydan inmediler! 1970’in siyasal ortamı bugünkünden farklı olmakla birlikte, bugüne ait birçok sorunu da içinde yaşadı. “Olmaz”lara, “Değişmez”lere, “Böyle gelmiş böyle gider”lere karşı mücadele de buna dahildir. Türkiye işçi sınıfı bu zorlukları aşabilir. İhtiyaç olan şey öz güvendir. Birlik, dayanışma ve mücadeledir. Kendi sınıf tarihinden öğrenerek ilerlemektir. Bunlar olduğunda, başlıktaki soruyu da tersten sormak mümkün hale gelecektir: “Peki, işçiler ayağa kalkmayı nasıl başardılar?”
- Deprem illerinde işçiler ve patronlar 21 Mart 2023 04:52
- Beyaz Toros’lar ve onu üreten işçiler 07 Mart 2023 04:52
- Kapitalist yağma düzeniyle hesaplaşmadan bu enkaz kalkmaz 28 Şubat 2023 04:18
- Domuz damı 21 Şubat 2023 04:39
- ‘Asrın felaketi’ ve acil ihtiyaç listesi 14 Şubat 2023 04:33
- Dipten gelen dalga 31 Ocak 2023 04:40
- Bir mitingden ötesi 17 Ocak 2023 05:06
- İBB’ye kuşatma, siyasete vesayet: Ne yapmalı, ne yapmamalı? 03 Ocak 2023 04:45
- Siyaset ve sendikalar 27 Aralık 2022 04:24
- Denizlerden Erdallara yürüdüğümüz bir yol var bizim 13 Aralık 2022 04:34
- Vizyon ve emekçi ittifakı 06 Aralık 2022 04:31
- Gençlik ve umudu kesilen ülke 29 Kasım 2022 04:28