10 Temmuz 2022 04:40

‘Angst’ yerine

Fotoğraf: (Fotoğraf: Wikimedia Commons (CC BY 2.5)

PAZAR
Paylaş

Tanatofobi deniyor bilimde ölüm korkusuna.  Yunan mitolojisindeki ölüm anlamına gelen thanatos ve dehşet anlamındaki ‘phobia’nın birleşiminden alıyor adını.

Bir tehlike anında ortaya çıkan ölüm korkusu insanın hayatta kalma güdüsünü tetiklediği için doğal bir savunma mekanizması aslında.

Tüm diğer canlılar gibi tehlikeye karşı savaşa geçmeyi ya da kaçmayı ve bir şekilde sağ kalmayı sağlıyor.

Ancak fobi noktasına geldiğinde günlük yaşamı olumsuz etkiliyor, tavırlara etki ediyor, sürekli bir endişe hali ve peşi sıra depresyon.

Ölüm korkusu aslında insanın kendi varoluşuyla yaşadığı bir hesaplaşma da. Bir gün öleceğini bilen tek canlı olan insan, ölümü düşündükçe nesnesini tam da adlandıramadığı varoluşsal bir kaygıya kapılıyor. Heidegger bu kaygıya “angst” diyor.

Angst; günlük kaygılardan ziyade, ezelden ebede insanın üzerinde taşıdığı, etimize kemiğimize sinen, bizimle birlikte gezen ama tam da farkına varamadığımız, tanımlayamadığımız varoluşsal sıkıntı.

Heidegger’e göre insanın özgürleşmesi ‘angst’ın farkına varılması ve korkuyla yüzleşilmesi ile olacaktır.

Korku “hiç”i açığa çıkarır, der. O hiçle yüzleşip yüzleşememektir asıl mesele.

Nereden geldik ölüm konusuna?

“Biz çok kolay ölüyoruz, çok kolay öldürülüyoruz” diye başladı sözlerine öldürülen Doktor Ekrem Karakaya’nın 9 yıllık mesai arkadaşı otuz yıllık bir hekim.

“Ben de sonuna geldim, yakın zamanda istifa etmeyi düşünüyorum” diyordu.

Uzmanlar, ölümün şu dört niteliğinin kaygıya yol açtığını söylüyor:

  1. Hastalık, kaza gibi durumlar nedeniyle ölüm anında duyulan acı,
  2. Tüm dünyanın hatta kişinin kendi bedeninin yok olacağı büyük bir kayıp,
  3. Daha önceden ne zaman olacağının kestirilemezliği,
  4. Ölüm sonrasında ne olacağının bilinememesine bağlı belirsizlik.

Onca emeğe, çabaya, yaşama arzusuna rağmen, içimizde milyonlarca ukde ile biz çok kolay öldürülüyoruz. Katillerden hesap sorma yükünü de kalanlara bıraktığımızı bilerek.

Şaibeli ihalelerin sorunlu icraatları yüzünden tren kazasında paramparça olabiliyoruz, barış isterken bomba patlayabiliyor bir miting alanında ya da bir maç çıkışı sevincimiz kursağımızdayken hâlâ, bir çakarlı araç yüzünden trafikte can verebiliyoruz ya da güvenliği sağlanmamış çalışma koşullarında kazana düşerek, yüksekten düşerek, makinelere, akımlara kapılarak.

Dere yatakları gözetilmediğinden sele kapılabiliyoruz, yangınlar kontrol edilemediğinden yanıyoruz, adamın biri kıskanıp kafamıza sıkabiliyor, bir diğeri tecavüzü gizlemek için diri diri gömebiliyor, ortadan kaybolma riski de var, sorup durur sevdiklerimiz: Neredeyiz?

Eve arama yapmaya gelen polis galoş giy dedik diye sırtımızdan vurabilir ya da bir Newroz meydanında üzerini çıkarıp koş derken sıkar ardımızdan. Kaçak bir işçiyseniz polise yakalanmamak için koşarsanız vurulursunuz, bir toplumsal eylemde de kurşunlara gelebilirsiniz ya da belki dövülerek öldürüleceksinizdir sizin gibi düşünmeyenler tarafından.

Ağzımızın içine orantısız biber gazı sıkılır, kanser olur ölürüz, siyanür toprağa yayılır, zehirlenir ölürüz, maden göçebilir, fabrika patlayabilir, gökyüzünden ateş açılır bakarsınız ya da silikozis olacağımızı bile bile mecbur kalırız bazı işlerde çalışmaya.

Kumpas davalarla tutuklanır, tedavi hakkından mahrum bırakılır ölürüz. Bazen gelmekte olan kontrolünde olsun ister tutsak ve ölüm orucuna yatar. Kimse duymaz taleplerini; kapıyı çalar ölüm.

İlla yaşam kavgası içinde gelmez ölüm, gece eğlenmeye gittiğimiz mekan taranabilir, neşeyle eve dönerken açık bırakılmış foseptik çukuruna düşeriz ya da nereden geldiği belli olmaz bir kör kurşun evin camını delip gelir girer beynimize.

Çok kolay öldürülüyoruz. Kürsülerde övülmeye doyulmayan sağlık sistemi yüzünden, ilaç alamayıp mesela. Dört dakikada bir yeni hasta bakması gereken doktorla birlikte hepimiz ölüyoruz.

Ya da 8 ay sonraya verilen görüntüleme randevusuna yetişemeden ya da yoğun bakımda yatak bulamazken özel uçakla yurt dışından taşınan bir hasta üzerinden bakanlık reklamı izlerken.

Hiçbir mesleğin saygınlığını bırakmadıklarından, muayene ederken doktor, dilekçe yazarken avukat, olayı takip ederken gazeteci ölür. 

Mülteci ölür, kapısını kırıp döverler, evini yakarlar, bazen de karnında bebeğiyle tecavüz edip ortadan kaldırırlar. Kimi dayanamaz atlar bir rögar kapağından derine.

Özenle köpürtülmüş öfkeler doldurur namluları. 

Her önlenebilir ölüm bir sosyal cinayettir, işkenceyi, adaletsizliği gururuna yediremeyip intihar edenlerinki gibi.

Kolay ölürüz biz, medeniyet beşiğinde sallandığımızı fark bile edemeden acımızdan mesela.

Yiyecek yemek bulamamaktan, çocuklarımızın aç kalmasına gocunmaktan, kahırdan ölürüz.

Halkız biz, hiçiz iktidar gözünde.

“Angst” sinmiştir üzerimize. Her şeyden mahrum bırakılmış, hayatı nefes almaktan ibaret kılınmış, bir kuru ekmeğe muhtaç edilmişler olarak varoluş kaygılarımızı yanımızda sürürüz ayaklarımızla. Ne için yaşıyoruz, kim için, ne kadar daha çekeceğiz bu acıları ve ölüm nereden gelecek, nerede seçecek acaba bizi?

Bir genç şöyle demişti: “Hiçbir şekilde ne hayatım ne hedefim kaldı, ailem üzülmesin diye yaşıyorum.”

Üzüntü, en sık kullanılan hissimizdir, ar ederiz bir de bizden ötürü olmasından.

Hayatı sırtımızda bir yük gibi taşımak, üzüntü, endişenin her güne yayılması, gündelik yaşam diye bir kavramın kalmamış olması, sanki bir sis içinde gibi kör sağır kalmak ve atıllaşmak;

Ölüm kaygısı...

Bazen yaşam bitmesin diye durdurmak gerek yaşamı.

Hayatı durdurabilmenin gücünü ellerinde hissetmek; bir “hiç” olmadığını kabul etmek. Bu yüzden saldırdılar doktorların grevine.

Çünkü doktor hasta bakmadığında, avukat duruşmaya çıkmadığında, öğretmen derse girmediğinde, atölyeler durduğunda, fabrikalar üretmediğinde, limanlara yanaşılamadığında, uçaklar inip kalkmadığında, gişelerde memur bulunmadığı, kontaklar dönmediği, marş basmadığı, kamyonlar yük taşımadığı, benzin pompalanmadığında durur yaşam, durur sistem, çöker düzen, kırılır çarklar ve ardında yepyeni bir yaşam  başlar.

Rejimin korkulu rüyasıdır o yüzden ölümlere sabrı tembihler, ölüm korkusu salar ortaya, ölüm kaygısı içinde sancı çeken milyonlar, varoluşlarını sorgulamasın ister.

“Ne ölümden korkmak ayıp ne de düşünmek ölümü” diyordu Nâzım Hikmet.

Ayıp değil elbet ama işte korkularla yüzleşmektir cesaret, hiçliği yenmenin yolu.

Ölümle bunca kuşatılmış bir toplumda, ölümden öte köy mü kaldı?

Her şey yolunda gibi, sanki doğal bir akıştaymışızcasına, bir sene içindeki olası seçimi konuşmak zul gelir oldu bana. Kim bilir kaçımız sağ kalacak o zamana?

Hemen şimdi şu an yaşamak ve yaşatmak talebi daha elzem değil mi?

Kaderine bırakılmış yaşamlardansa dümeni ele geçirilmiş korku daha onurludur.

Bu onuru dilerim hepimize.

Che Guevera gibi: Ölüm hoş geldi, sefa geldi diyebilecek kadar adanabilmek özgürlüğe.

Angst yerine...

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa