Paralardaki resim

Fotoğraf: Adam Nir/Unsplash
Bir değişim ya da değer saklama aracı olan para, güvene dayalı olarak insanlar ya da toplumlar arasında geçerli araçtır. Bir zamanlar Japonya’da pirinç taneleri dahi para olarak kullanılmıştır. Paranın altın ya da sair değerli madenlere dayandırıldığı günler artık geride kalmıştır. Her ulusun parası ulusal ekonomiye, cari açığa ve enflasyon oranına bağlı olarak değerlendirilir. Bütçe ve cari açığın denetlenemediği geçmişte yükselen enflasyon karşısında hızla değer kaybeden parayı “dandik para” olarak anlatan ekonomistlerimiz, ekonomik istikrar adına siyasi demokrasi ve hukuku dahi çiğneyerek, patronlarının zikirlerini fikir olarak gündeme taşıyıp koalisyonlara karşı çıkıp bugünlere asfalt düşerken, anlaşılan o ki, söz konusu alim zevatın iktisat bilgileri bugünleri tahmin edememiş. Kaldı ki, durum gün gibi ortada idi.
Ana akım iktisada mürit taassubu ile bağlı olan ekonomistler şimdilerde sus-pus tavrı ile alçak uçuş yaparken, sömürünün kanser gibi her alanı sardığı dönemde salt faiz için nas anlayışını geçerli kılan siyasi irade gericiliğin simgesini sessizce ulusal paraya hakim kılma yolunda ilerlemektedir. Fetullah grubunun dolar kullanması rastlantısal olmasa gerek! Paranın değeri eritildikçe, ulusal egemenlik simgesi yanında, paranın üzerindeki Atatürk imgesi de eritilmiş olmaktadır. Çeşitli bahanelerle yok edilmeye çalışılan ulusal simge, faiz baskılamasıyla eriyen para üzerinde de örtülü şekilde eritilmektedir. Zira gerici zihniyetin kalbinden geçirdiği icraatın alenen yapılmasına cesaret edilemezdi. Zaten tüm icraat mehter yürüyüşü kurnazlığı ile bir ileri-bir geri mantığı ile sürdürülmedi mi?
Paranın değerinin eritilmesi dünya ekonomisindeki gelişmeler karşısında ekonominin ayak uyduramaması kadar, kasıtlı ekonomi politikaları sonucunda oluş(turul)muştur. Türkiye’nin bugün içine itildiği durum salt ekonominin verimsizliği ya da geçmişin birikmiş sorunları ile açıklanamaz. Bugün yaşadığımız ve giderek derinleşmeye yüz tutan durum krizden çok öte bir bunalım halidir. Aradaki fark şudur ki, kriz, ekonomik araçlarla şöyle ya da böyle giderilebilir iken, siyasi erkin sorumluluktan kurtulamayacağı bunalımın izleri ancak uzun vadede ve arkada çok büyük tahribatlar bırakarak belki giderilebilir. Son dönemlerde siyasi erk tüm ulaşım araçları üzerine, ilk bakışta fevkalade olumlu gibi görülebilen, ‘Bugün daha güçlüyüz’ gibi bir ifade yazmayı huy edinmiştir. Bu ifadeyi, şu tamamlayıcı sözcüklerle okursak, bakalım nasıl bir sonuca ulaşırız:
Eğitimi çökerttik, bugün daha güçlüyüz;Adalet mekanizmasını çökerttik, bugün daha güçlüyüz;Askeri gücü böldük, çökerttik ve Sadat adıyla ne olduğu kime hizmet edeceği belli olmayan yan ordu kurduk, bugün daha güçlüyüz;Tarikatları çeşitlendirdik ve güçlendirdik; bugün daha güçlüyüz;Medyayı çökerttik, bugün daha güçlüyüz;Atama ve KHK işlemleriyle üniversiteleri çökerttik, bugün daha güçlüyüz;Ahlakı çökerttik, bugün daha güçlüyüz;Ekonomiyi çökerttik, gelir dağılımını bozduk ve orta tabakayı yoksulluğa süpürdük ve bir avuç yandaşı zenginliğin zirvesine taşıdık, bugün daha güçlüyüz.Yerli ve milli aldatmacasıyla ülke varlıklarını yabancılaştırdık, borç parayı betona gömerken torunlarımızı dahi borca batırarak siyasi vitrine ürün koyduk, bugün daha güçlüyüz;
Çökertme alanları daha da genişletilebilir. Şimdi lütfen şöyle bir düşünelim, bu durumda hangi güçler ya da çevreler gerçekten güçlenmiş, hangi çevreler ise çökertilmiştir? Söz konusu siyasi slogandaki “biz” kimleri simgeliyor? Gerçekten, dış çevreler ve mandacı bazı iç çevreler güçlenmiş olarak geleceğe daha mutlu bakmaktadır. Sömürgeciliğin başat olduğu Osmanlı’nın son döneminde imparatorluk askeri işgallerle parçalanıyordu, Dolmabahçe Sarayı önünde yabancı savaş gemileri demirlemiş idi. Keşke bugün de aynı durum olsa da vaziyetin vahametini net şekilde anlayabilsek! Heyhat, bugünkü işgal işlemleri biri siyasi, diğeri ise ekonomik olarak örtülü işlemlerle gerçekleştirilmektedir. O nedenle, durumu anlamaktan aciz kalmakta ve ülkeyi ve ekonomiyi kurtarma konusunda bir seçim (o da, olup-olmayacağı belli değil!) ya da bir reform beklentisi ile vakit geçirmekteyiz. Var olan siyasi erk de toplumu geleceğe endekslemede fevkalade başarılı davranarak, toplumun günbegün eritilmesini gözlerden uzak tutabilmektedir. İşte, ülkenin tüm kalelerinin işgal hali budur.
Bu durumu salt IMF politikasını sadakatle uygulayan son dönem siyasi kadroya yüklemek de pek haklı sayılmaz. Evet, bu idare biraz daha farklı bir icraat ile ülkeyi ve ekonomiyi farklı yerde tutabilirdi, fakat bu durum politik alanda nitelik değil, nicelik meselesi olarak tartışılabilir. Türkiye, bugün en vahşi saldırılarına maruz kaldığı kapitalizmin kadife eldivenli ilk dokunuşlarını 1923’lerde ve 1948’lerde görmüştür. Kapitalizm havuzunun iklimi hiçbir gelişmekte olan ekonomiyi çok heveslendikleri ileri gelişmişlik düzeyine taşımaz.
Toplumsal reaksiyonlar, doğal olarak sömürüyü en fazla hisseden emekçilerden, orta ve alt gelir grubuna giren vatandaşlardan beklenebilir. Bu kesimler münferiden hareket edemeyeceğine göre örgütlenmelidir. İşin ince noktası tam da burasıdır. Nerede örgütlenmelidir meselesi önemlidir? Tabii ki, insanın aklına hemen sendikal örgütlenme gelir. Bu konu iyice düşünülmelidir. Sendikalar emekçilerin örgütlenme alanı ise, niçin siyasi erk, tarikatlar ve özellikle de sermaye kesimleri sendikaların başkanlık ve yönetim kadroları üzerinde hakimiyet kurmaya çalışmasın ki! Hal böyle olunca, sermayeyi ve siyasi kadroyu ürküten gerçek örgütlenme ancak siyasi yapılanmalardır.
15 Temmuz tarihinde değerli okuyucularımın karşısına çıkmadığım için kendimi şanslı addediyorum!
Evrensel'i Takip Et