24 Temmuz 2022

Dersim'de yine “dert bir değil elvan elvan…”

Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel

Koye Dersîm war êmao (Dersim dağları varlığımızdır)
No çı halo ma têdao (Bu ne zulümdür bu ne derttir)

Düzgün’le Elazığ minibüsünde tanıştık. İki üç gündür Dersim’i esir alan cehennem sıcaklarından ve kenti sanki güneyli bir sahil beldesiymiş gibi adeta boğan nemden kaçabilmek umuduyla Çağdaş Turizm’in tavanı yüksek, koltuk araları dar minibüsüne attım kendimi. Güneşin altında fırına dönen minibüse biner binmez alnıma hücum eden terleri silmeye çabalarken, orta yaşlı bir adam selam verip yanıma oturdu. Onun hali de benden farklı değildi. Birkaç dakikada tamamen dolan minibüsümüzün içi yolcuların vücutlarından yayılan ısıdan daha da bir çekilmez hal aldı. Neyse ki hareket eder etmez içeri giren rüzgar itina ile herkesin tenini serin serin okşayıp terini sildi de birazcık olsun rahatladık.

Dersim il merkezinden çıkmadan duran minibüsümüz kaptanın telefonla “Almancı nerede kaldın, seni bekliyoruz” diye konuştuğu birini bekledi iki üç dakika kadar. Bu iki üç dakikalık zaman içerisinde yeniden bastıran sıcağa karşı minibüsün havalandırması vızır vızır çalışıyordu. Bu arada yanımdaki adamın başını geriye yaslayıp uyuduğunu fark ettim. Belki de minibüs hareket eder etmez uyumuştu.

Önleri iyice açılmış, kısacık kesilmiş saçlarının arasında ve uzun üçgen yüzüne yakışan sivri uçlu, hafif kemerli burnunun üzerinde ter damlacıkları beliren adamın bu sıcakta ve daha minibüse biner binmez uyumasına şaşırmıştım. Uyurken, beyaz, soluk yüzünde kırmızı ince bir çizgi gibi duran dudakları hafif hafif kıpırdıyordu.

Söylene söylene gelen “Almancı”, saçlarına kına yakmış orta yaşın üzerinde kilolu bir kadındı. Sağa sola yalpa vurarak taşıdığı gövdesini koltuğuna zor şer sığdıran kadın oturunca tekrar hareket ettik. Genç kaptanımız kadını bir iki espiri ile anında rahatlatıp güldürmeyi başardı neyse ki de kadının söylenmeleri durdu bir süre sonra.

Dersim’in çıkışında zırhlı bir panzer, tepeden tırnağa silahlı askerler ve bariyerlerle çevrelenmiş kontrol noktasını geçerken (ki kentin tüm giriş çıkışları böyleydi) yanımda oturan adamın telefonu hüzünlü hüzünlü çaldı. Daha önce hiç duymadığım insanın içine işleyen bir ezgiydi telefon zili. Adam zil sesini duyar duymaz irkilip adeta otomatik bir şekilde elini pantolon cebine attı. Telefonu çıkarmaya çabalarken minibüsün içine göz atıp sanki nerede olduğunu anlamaya çabalıyordu.

Artık neredeyse piyasada nesli tükenmiş olan tuşlu telefonundaki açma kapama tuşuna dokunup uykulu uykulu konuşmaya başladı;

“Aloo. Yok abi, bitmedi. 70 tane kadar kaldı. Elazığ’a iner inmez 5 tanesi 1 liradan satıp tüketmeye çalışacağım.”

Karşısındaki kişinin bu bilgiden hoşlanmadığı konuşmanın ilerleyen bölümünde anlaşıldı.

“Abi ne yapayım, fırına yetişmek için gelmem lazımdı. Festival de zaten iptal oldu. Yok, bir müzik grubunu şehre sokmadılar. Köprüdeydim ben de. Simitlerin çoğunu da orda sattım zaten. Festival yapılmaz diyor herkes. Oradan şehre geçtim, ancak sıcakta dolaşmak mümkün değildi. Yarın ki malların yetiştirilmesi için döneyim diye binip geliyorum minibüse. 350 simitten 70 tanesi kaldı onları da tüketirim Elazığ da” dedi gözleri yarı kapalı.

Telefonu kapatıp cebine koyduktan sonra laf açmak için “simidi Elazığ’dan mı getiriyorsunuz?​” diye sorduğum soru sonrasında tanıştık Düzgün’le. Birkaç kısa kısa cümle ile yanıt verdi sorularıma. “Ne yapayım abi” dedi 70 simitle dönüşe geçmesini haklı çıkarmaya çalışırken. “Daha fırına gidip yarınki simitleri hazırlamam lazım. İki üç saatlik de olsa uyumam gerekli” dedi esneyerek. Hiç de sohbet edecek durumda olmadığını anladım Düzgün’ün. “Haklısın” deyip o kafasına yine koltuğun baş kısmına yaslarken pencereden görünen bozkır manzarasına döndüm.

Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel

Bu yoldan iki üç sene önce de geçmiş, o zamanlar henüz yapımı süren yolun tozu toprağı, çukurları arasında ilerlerken bu coğrafyanın Dersim’in ormanlarla kaplı sarp dağlarından farklı olduğunu düşünmüştüm. Kiminde buğday, arpa ekili, kimi sarı bozkır otları ile kaplı yamaçların arasında uzayan yoldan ara ara Munzur nehri başı güllü zümrüt yeşili bir yılan gibi görünüp tepelerin ucunda kayboluyordu.

Minibüsümüz koyu yeşil suyun üzerinde kıpırtısız duran Pertek Feribotuna yanaşırken yolcular aşağıya indi. Düzgün, bagaja koyduğu simit tezgahını ve üzerindeki simitleri kapıp feribot iskelesinin tam karşısında bulunan derme çatma barakaları dolaşmaya çıktı. Güneşin alnında kavrulan, etrafı naylon brandalar ve sazlarla çevrili bu barakalarda çay, su, gazoz, ekmek arası köfte, kokoreç gibi yiyecek-içecekler kısa sürede hazırlanıp feribot bekleyen yolculara satılıyordu.

Görebildiğim kadarıyla güneşten korunmak için barakaların gölgeliklerinin altına sığınan yolculara da pek bir simit satamadı Düzgün. Çekine çekine feribota binmeye çalışırken, geminin ucunda gazoz, çay, kahve gibi şeyler satan başı poşulu, kara sakallı esmer genç bir adamdan izin istedi simitlerini satmak için. Yanıt olumlu gelmiş olacak ki her an geri gitmek için arkada hazır bekleyen diğer ayağını da feribota atarak park halindeki araçların arasında “simiiittt” diye dolaşmaya başladı.

Feribotta da esen rüzgara, gölgeliklere rağmen epey bir sıcak vardı. Belki de bu yüzden feribotun ardından hemen hemen hiçbir martının gelmediğini gördüm ki normal bir günde onlarca martı geminin peşine tıkılır kendilerine atılacak yiyecekleri havada kapmak için birbiriyle yarışarak karşı kıyıya kadar gelirdi. Açlıkları diğer duyguları bastırmış birkaç martının feribotun öbür tarafında, Pertek kalesine bakan yanında uçtuklarını gördüm. Pertek Kalesi yine suların ortasından başını vakurla uzatmış bir kartal yuvası gibi muhteşem görünüyordu.

Düzgün, minibüsümüz feribottan inip yola koyulduğunda gelip yanıma oturdu ve yine hemen gözlerini kapatıp uyudu. Elazığ’ın girişinde minibüsteki herkese iyi günler dedikten sonra bagajdaki simitlerini de alıp dar bir sokağa girerek kayboldu. Son durakta, Hozat Garajında indiğimizde Elazığ da sıcaktan kavruluyordu adeta.

Ertesi gün, Munzur Festivali tertip komitesi bir basın açıklaması yaparak müzik guruplarının kente alınmaması, stadyumun tadilat gerekçe gösterilerek etkinliklere verilmemesi, kamu lojman ve pansiyonlarının dışarıdan gelecek binlerce konuğun kullanımı için açılmaması, doğa, çevre temalı yürüyüşe izin verilmemesi gibi gerekçelerle festivalin iptal edildiğini açıkladı.

Yurtdışından, binlerce kilometre uzaklıktan Festival için, Dersim’in havasını solumak, Munzur’un buz gibi sularında serinlemek, yol kenarlarına kadar inen karacaları görmek, dağın heybetinde, suyun sesinde dinlenmek isteyenler bu yıl da boyunları bükük yüz geri dönmek zorunda kaldılar. Birkaç yıldır pandemi gerekçesiyle yapılamayan festival bu yıl da anti demokratik yasaklar yüzünden yapılamadı. Simitçi Düzgün gibi onlarca yoksul emekçi etkilendi bu durumdan. Festival için ülkenin, hatta dünyanın dört bir yanında gelen yüzlerce turist bu yıl da boyunları bükük ayrılmak durumunda kaldılar.

“Dert bir değil elvan elvan”…

Dört dağ içindeki kentin dört bir yanı dertlerle çevriliydi yine... 

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Kamu işçisi hedefte

Kamu işçisi hedefte

Ücretleri baskılayan Erdoğan-Şimşek programının yeni hedefi toplu sözleşme sürecine giren 600 bin kamu işçisi. Sendikal bürokrasi eliyle işçiden kaçırılan sözleşme taslağı, iktidar medyasına sızdırıldı. “Taleplerimizi karşılamıyor” diyen işçiler öfkeli. Ekonomide, iç ve dış politikada sıkışan Saray iktidarı, toplumu yönetebilmek için yasaklara, gözaltılara ve tutuklamalarla sarılıyor.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
'Heybeden’ her gün yeni bir soruşturma çıkıyor. Yargı sopasıyla topluma gözdağı verilmek isteniyor.

Evrensel'i Takip Et