27 Ağustos 2022

Hocalara saygı

Fotoğraf: Can Candan (CC BY 4.0)

Her meslek kutsaldır, ama hocaların yeri bir başkadır. Derler ki, hocaların gölgesi uzundur, çünkü hocanın gölgesi nesildir. Yine derler ki, bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum, çünkü hoca aydınlık kaynağıdır. Halk bilincinden süzülerek gelen böylesi sözler, anlamları üzerinde uzun uzun düşünülecek kadar derindir. Daha da ileri gidersek, bizim felsefemizde sıkça kullanılan “Bir âlimin ölümü, âlemin ölümüdür” söylemi de hocanın ne denli değerli bir varlık olduğunun açık ifadesidir. Ondan dolayıdır ki, hocalarına değer veren uluslar yükselir ve uluslararası arenada saygınlık görür. Tarih içinde hocalar, alimler daima bilinir, anılır, fakat onların dönemindeki zalim ya da masum hükümdarlar anılmaz, unutulur.

Siyasi kararların günlük siyaseti ya da çöküşteki siyasi yapıyı değil, tüm ülkeyi, ülkenin geleceğini yüceltici olması gerekir. Siyasi iktidarın genel eğitim sistemi ve özellikle de üniversiteler üzerindeki politikası, laik eğitimi çökertici niteliğiyle, günümüzde olduğu gibi, gelecekte de hayırla yad edilmeyecektir. İTÜ, ODTÜ, İstanbul Üniversitesi ve son kertede de Boğaziçi Üniversitesine yapılan müdahale kurumların hayrına olmadığı gibi, ülkenin de hayrına değildir. Eğitime böylesi müdahalenin nasıl vahim sonuçlar doğuracağı, tarihsel bir gerçek olarak Almanya uygulamasında açıkça görülmüştür. Alman Eğitim sisteminde, Dönemin Eğitim Bakanı Humbolt’un harika öngörüsü neticesinde, felsefenin öne çıkarılmasıyla Alman yüksek eğitim sistemi tüm Avrupa’ya, hatta tüm dünyaya hakim olmuştur. Öyle ki, dönemin İngiltere ve ABD’deki akademisyenleri Almanya’da eğitim almışlardır. Ancak Hitler’in hiçbir mantıkla açıklanamayacak üniversiteye kindar yaklaşımı sonucunda üniversite ciddi kan kaybına uğramış, çok değerli akademisyenler, Türkiye de dahil olarak, başta ABD’ye ve birçok ülkeye dağılmışlardır. Hırs ve anlamsız intikam duygularıyla sisteme yapılan bu operasyon bilim insanlarının kendi ülkesine değil, başka ülkelere destek vermesine yol açmıştır. Kazananlar, Türkiye de dahil olarak, yabancı ülkeler, kaybeden ise Almanya olmuştur. ABD’nin füze projesinin mimarları Almanlar’dır. Türkiye’de de üniversite yaşamına çağdaş bilimsel niteliği kazandırmada başrolü Hitler’den ülkemize sığınan Alman hocalar oynamıştır. Kadıköy Belediyesinin büyük bir vefa örneği göstererek, Alman hocaların çoğunun oturduğu Moda bölgesine koyduğu onur plaketi, Hitler Almanyası’nın yüz karası, Türkiye için ise geçmişin şükran, şimdinin ise ibret belgesidir.   

Eğitim beşeri sermaye oluşturma hizmetidir. Ancak, eğitim bir fabrika türü üretim değildir. Ne talebeler doldur-boşalt kabıdır, ne de hocalar anlık hizmet veren üretim aracıdır. Eğitim hizmetinin kalitesinin belirlenmesinde talebeler talep cephesini, hocalar ise arz yönünü belirler. Talebenin eğitimde yüksek kalite talebi geleceğe ait beklentilerinin sonucudur. Geleceğe ait hiçbir beklentisi olmayan, siyasi kadroya yapışarak kendisine istikbal kurmaya çalışan talebe grubu eğitimin kalitesinde rol sahibi olamaz, hatta eğitimi çökertir. Böylesi yapılanmada gençler değil, parti devleti oluşturma çabasındaki siyasi örgüt suçlanmalıdır. Durum böyle olunca, hocanın kaderini belirleyen siyasi erk de bu konuda bigane kalır, çünkü gençlere ve topluma geleceği oluşturma işlevi eğitimden siyasete geçmiş demektir. Böyle bir sistemde yarı-zamanlı hoca da, pazarcılık yaparak yaşamını sürdürmeye çalışan hoca da amaca uygundur, hatta siyasi amaca daha da uygundur. Artık böyle bir sistemde ders başına ücretli öğretmenlik uygulaması ile eğitimin kalitesinin yükseleceği düşünülemez, zaten parti devletlerinde böyle bir düşüncenin işlevi de yoktur. Zira eğitim artık siyasallaştırılmış olup, siyasi örgüte biat edilerek sağlanan gelecek garantisi, sarhoş beyinlerin algılayamayacağı şekilde, hem bireye, hem de siyasi örgüte asfaltla döşenmiş cehennem yolu oluşturmaktadır.

İki tarafı keskin kılıç olan eğitim sistemiyle siyasi amaçla oynamak toplumun geleceğini en etkili araçla karartmaktır. Toplum üzerinde böylesi örtülü zulüm işleyen siyasi yapı tarihte şan ve şerefle değil, toplumunu yıkıcı etkisiyle yer alır. Batı üniversitelerinde emeklilik sonrasında kullanılan “emeritus” lük unvanı, uzun yıllar birikim yapmış beyni üretimde tutmak ve topluma yararlı kılmak amacına yöneliktir. Türkiye’de bu sistemin uygulanmaması, kalkınma gayretleri içindeki bir ülkeyi en acil gereksiniminden uzak tutmak demektir. Muazzam birikimli elemanlar ile talebe arasındaki bağın kopartılmasıyla çok ciddi kaynak israfına yol açılmış, ciddi enerji birikimi israf edilmiş olmaktadır. Bu eksikliği giderici yan formüllerin oluşturulması iftihar vesilesidir. Şöyle ki, kısmen ve biraz da üniversite yönetiminin ihtiyarında olarak, emekli hocaların, uygun oldukları koşulda, ders başına sözleşmeli olarak derslere girebilmeleri ile kısmi emeritus statüsü sağlanarak, enerji birikiminin kullanımı gerçekleştirilebilmektedir. Böylece, hem muazzam bir birikim devreye sokulmuş ve gençlerin yararına sunulmuş, hem de kadrolu elemanların ders yükü hafifletilerek asıl üniversiterin işlevi olan araştırma ve yayın faaliyetinde yoğunlaşmaları sağlanmış olmaktadır.

Ne hazindir ki, böylesi çağdaş üniversiter anlayış henüz tüm üniversitelerimize hakim olamamıştır. Var olan sistemde emeritus uygulaması olmadığı gibi, bazı üniversitelerimizde emekli hocalara fabrika emekçisi gibi işlem yapılarak, son gününde çantasını alan hoca fakülteyi terk etmekte, ertesi gün evinde pijamasıyla oturmaktadır. Bu durum, hem öğrenci hem de öğretim üyesi açısından korkunç bir israftır.

Bazı çevrelerde emekliliği gelmiş bir hocanın ders veremeyeceği, belki de araştırma yapamayacağı görüşü başat olabilir. Bu görüşün yanlışlığı o kadar açıktır ki hiçbir edebiyatçı, serbest çalışan bilim insanı ya da felsefeci, akılsal ve maddi olanakları elveriyorsa emekli olmaz ve bu duruma kimse de itiraz etmez. Örneğin uzay araştırmaları konusunda bir kitap yazıldığında, bu kitabı alıp, zevkle ve yeni şeyler öğrenerek okuyan bir insan yazarın bu eseri hangi yaşında yazdığına bakmaz. Bunun sebebi, yazar kitabı belki bir yıllık bir sürede yazmıştır, ama o yazının tüm altyapı birikimi belki 10-15 yıl ya da daha fazla sürede yapılmış çalışmalarla gerçekleştirilmiştir. Bu durumda bu kişiyi belirli yaş sınırına geldiğinde emekli ederek, köşesine çekilmesini zorlarsak kime nasıl hizmet etmiş olabiliriz ki! Üniversite hocasının durumu da aynen böyledir. Nitekim Hitler’in görev dışına attığı hocalar da köşelerine çekilip, ölümlerini beklemediler, araştırmalarına ve eğitim faaliyetine devam ettiler, ne var ki kovuldukları ülkelerinde değil, sığındıkları yabancı ülkelerde yararlı oldular.

Bir siyasi yapı neden eğitim üzerinde böylesi ciddiyetle durur? Çok karmaşık olan bu konuyu bir başka yazıya bırakarak burada ilk akla gelen sebep olarak, yararlı nesil yetiştirilerek, toplumsal refahın sağlanması şeklinde konuyu bağlayabiliriz. Siyasetçi salt nesil yetiştirmekle yükümlü değil ki, aynı zamanda sosyoekonomik yapıyı da oluşturup, işletir. İşte siyasetçinin eğitimle çatıştığı nokta burasıdır. Zira eğitim, özellikle de yüksek eğitim, özgür iradesini halkın yönünde kullandığı zaman, siyasi yapıyı ve siyasetçileri, vazgeçilemez görevi olarak, eleştiri odağına koyar. Bir yandan sosyoekonomik politikalar uygulayan siyasi yapı aynı anda eğitim politikasına da el attığında, ikisi arasında uyum sağlanmasını ister. Çünkü güvensiz siyasetçi eleştiri istemez, kabul etmez, baskılar.

Ne hazindir ki, günübirlik işleyişle kendini kandıran bir siyasi yapı yüksek eğitimi zapturapt altına almakla işlerin yoluna koyulabileceğini düşünebilmekte ve eylemlerini de bu yönde gerçekleştirebilmektedir. Oysa bu yolda inatla salt eğitim değil, hem bizzat siyasi yapı, hem de ve daha da vahim olarak tüm ülkenin geleceği çökertilmektedir. Yazık!

Evrensel'i Takip Et