28 Ağustos 2022

Ağır tahrik olmuş hal

Hayatımızın orta yerinde kazılı çukur, kucağımıza bırakılmış pimi çekili bomba, dilimizin altına konulmuş mayın: TCK 216, Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik veya Aşağılama Suçu!

Hiçbir zaman mağduru olamadığımız, failliği hanemize otomatik yazılmış madde.

Bu ülkenin vatandaşıyım.

Milli eğitim müfredatı kapsamında devlet okullarında okudum. Tüm zorunlu din derslerini aldım.

Dualar ezberletildim, okul sıraları üzerine çıkartılıp namaz kıldırıldım, İslam’ın şartlarından, farzlarından, sünnetlerinden sınav verdim.

Diğer dinlerle ilgili bilgim ancak kendi merakım üzerine bulup okuduklarımdan.

13-14 yaşlarında sorguladım kimliğime bana sorulmadan yazılmış dini. 1993 yılında, Madımak ardından kopardım bu inançla tüm bağlarımı.

Sınavlarda sormaya devam ettiler, tam puan aldım hepsinden, inanmadan.

İslamiyet’in temsilcisi din adamlarının (Din insanları demiyorum zira kadın alim duymadım, dinlemedim uzun yıllardır) anlattığı temel şartların hiçbirine uymadım.

Başımı kapatmadım, içkiden uzak durmadım, namaz kılmadım, oruç tutmadım, kuzunun bağırsağını bile helal kılıp da domuza mesafe koyan mantığı anlamadım, kabul edemedim. Kurban kesmedim. Fitre ve zekat oranlarına bağlı kalmadım, adına dayanışma ve bağış dedim.

Bir güce ihtiyacım olduğunda iyiliğe ve dostluğa sığındım. İşler kötü gidiyor, yanımda olun, elimden tutun diyebileceğim insanlar hep oldu etrafımda, istediklerinde etraflarında oldum. 

İyi bir insan olmaya çalıştım ama çabamı ispatlamaya çalışmaktan ar ederim. 

Bedeli ağırdı: Tacize uğradım, yasalarca kollanmadım. Ömrümce önüme ardıma yanıma yöreme bakarak tedirgin yürüdüm, kendimi savunma dersleri almak zorunda hissettim, eve giden kısa değil aydınlık yolu seçtim. Kıyafet seçiminin hep bir bedeli oldu, bunu özgür büyütmek istediğim kızıma anlatmak benim için zuldü.

İçtiğim içkinin fiyatını hiç içmeyenler belirledi, kimse bize sormadı. Küçük bir zevkti, o bile elimden alındı. Gün geldi satın almamı yasakladılar, satılmasını.

Dayanışma için bağışladığım bazı paralara el konuldu, mesela belediyeye olanlara. Bazı arkadaşların bağışları ise yargı konusu oldu. Biz kimdik ki okumaya çalışan çocuğun etnik-dini kimliğine bakmadan, bir gazeteciye GBT’si kolluktan onay almadan, derin yoksulluktan kıvranan birine valiye sormadan üç kuruş destek olmaya kalkıyorduk?

Bu arada dinci vakıflar, dernekler dünyanın bir yerlerine gelirleriyle gökdelenler dikiyordu.

Aracımın yanında sigara yaktığım bir gün, sert uyarılarla bir şehirden gönderildim. Ramazan ayıydı.

Ümit Cihan Tarho’yu oruç tutmadı diye öldürdüler ’98’de. Beni de öldürürlerdi, “2000’lerin neyi eksik?​” derlerdi. Yaşadığım tehdide, öldürülmediğim için şükrettirildim. Dostane bir uyarı kapsamında sayıp beni araca tıkıp yollayana minnet etmem gerekiyordu. 

Sevdiklerimin cenazelerinde imam tarafından arkaya gönderildim, kadınlar önde saf tutmazdı. Başka bir gömülme şekli de benim gibiler için söz konusu edilemiyordu.

Namaz kılmadığım için öldürülebilirim, fetvası verildi. Et pazarı denildi giyim şeklime, kiralık eve benzetildim, “Kürtaj olursan katilsin” dediler, yetişkin kadınların bile babasına sms ile kadın sağlığı hakkında bilgi geçtiler, kahkahama laf edildi, hamileyken dışarıda gezmememi söylediler, en hassas olduğum o gebelik dönem dahil, günlük hayatımın normal akışında, onların inanca dair yasakları benim için geçerli değil diye kimin bana seks objesi muamelesi yapma hakkı vardı? Erkeğin cinsel uyarılmalarının, sapkınlıklarının sorumluluğu neden sokaktan geçen kadının oluyordu? 

Ömrümce ekonomik özgürlüğüm için çalışmışken evde oturmam, istihdam istatistiklerini bozmamam tembihlendi.

Yüzüme tövbe estağfurullahlar çekildi, toplu taşımalarda öte gitmem söylendi, bir yandan Allah çarpar diyorlardı ama nedense bu çarpma işini Allah’a havale etmeden kendileri yapıştırıyordu tokadı.

Ateistim dediğim bir yayın sonrası bine yakın tehdit mesajı almıştım, sosyal medyada bunu yazdığımda evimin dışarıdan fotoğrafını göndererek tehdit eden bile oldu.

Tecavüz edeceklermiş, etlerimi liğme liğme yolacaklarmış, ibret için kellemi alacaklarmış, bacaklarımı ikiye ayıracaklarmış. Ben evimde ıspanak ayıklıyorum, müzik dinliyorum, kitap okuyacağım akşam. Neden öldürülme ihtimaliyle yaşamak zorundayım?

Soruyorum o çok koyu Müslüman’a: Sizin insanları dininize çekmeye çalışma yönteminizde hiç sorun yok mu?

İnancı başka olanların, yekten inançsızların hayatta hiçbir hassasiyeti yok muydu?

Barışa, sevgiye, aşka, dostluğa, insanca yaşama, sınırların ortadan kalktığı kardeşçe bir dünyaya, özgürlüğe, eşitliğe, adalete, liyakate, mutluluğa dair tüm inançlarımıza her koldan saldırıldı. 

Bu iktidarın kolladığı, yargıdan muaf tuttuğu; şeyhler, hocalar, müritleri, bu iktidarın bakanları, vekilleri, valileri, partilileri, bu iktidarın iktidarını sürdürebilmek için yarattığı çatışma ikliminden zehirlenen herkes tarafından sayısız aşağılandık, haksız yere kin ve düşmanlığa tahrik edildik.

İnancını Diyanetin ve tarikatların talimatları uyarınca yaşamayanlar ve inançsızlar, bizler, TCK 216’nın faili değil mağduruyuz.

Bu ülkede her gün aşağılanıyor, tehditlerle tahrik ediliyoruz. 

Gülşen’in maruz kaldığı haksız, hukuksuz tutuklama üzerine hassasiyetten doğan infial hakkı neden hep koyu muhafazakara tanınan bir açık çek diye düşünürken kendimize de batırıyorum iğneyi.

Tarikatlar; tehditler, tebliğler yağdırırken, sokaklarda elini kolunu sallarken, bizim için insani tepki hep “Yalnız değilsin” sözünde saklı kaldı.

Bunun tam bir karşılığının olmadığını da bin yıldır aklımız almadı.

Yalnız değilsin demek aslında her haksız tutuklulukta adliyede bulunmaktı, tutuklulara mektup yağdırmaktı, sistemi kilitleyebilmekti, sokak başlarını tutabilmekti, balkonlardan haykırmaktı, tasvip etmediğimiz şu CİMER’i dahi hassasiyetimizin beyanı şikayetlerimizle kilitlemekti belki.

Bizim ağır tahrikle yaşama ve aşağılanmayı kaldırma gücümüze güvendirdik iktidarı.

Sessiz kalmadık belki ama hareketsiz kaldık biz, kendi içimize bağırmak çözüm değildi.

Öyle ki şimdi tepkisini cümleye dökene alkış tutar olduk.

Katlimizi vacip kılarken birileri, düşmanlaştırmanın failliği rolü kalktı bize düştü.

Savcıyı göreve, hakimi adalete, iktidarı hizaya çağırmak oturduğun yerden ünlemek gibi, duyulmayacağını bile bile

Bunu yapana cesur der olduk, bunu yapan muhalefeti alkışlıyoruz.

Gülşen’in bir şakası imam hatiplilerin hassasiyetine dokunup düşmanlığa sevk ediyor da bizim hassasiyetimizin alev almayacağı ezberi nereden geliyor?

Haydi yüzde doksanı iktidarın taraflı ceza-cezasızlık, hesap sorma-hesap vermezlik politikası yüzünden olsun, kalan yüzde onu neden ötürü?

Gerçek bir muhalefet yaramızın derinliğini anlayıp ve “Haydi ayağa kalk” diyerek olurdu.

‘Yalnız değilsin’ler içinde saklı yalnızlık çok ortada.

Dindarları buluşturacak bir hassasiyetin icadı dinciler elinde saniyeler sürüyor. ‘Yalnız değilsin’lerin birleştirici gücünü yaratamıyoruz.

Bıçağın sırtındayız ama ezilenlerin birliğini ne teoride ne pratikte ne de taktiksel başaramıyoruz.

Sayısız nüansta debeleniyoruz en ideali ararken, bağlamı, söylemi, söyleyeni, gelmişi, geçmişi tartıştırıyorlar. Tecrübe herkese öğretti de öğrendiklerimizi paylaşırken en doğrunun kavgası yüzünden en temeli konuşmayı unuttuk: Rejim hepimizi birlikte boğuyor, acilen özgürlük.

Sıra bir pop stara dahi gelmişken kim ne kadar antiemperyalist, kimin bagajı daha ağır, kim daha sosyalist kim tarihsel olarak en doğru, yeri mi?

Bir laciverte mahkum olma endişesi dağıtıyor halkın da ortak tepkisini.

Kendimi dahil ederek söylüyorum: Katılmadığımız, katılamadığımız, kendi bireysel ajandamız yüzünden gitmediğimiz her eylemden, buluşmadan, basın açıklamasından, yıllık iznimizi bir mitinge harcamayışlarımızdan sorumluyuz, sözde yalnız değilsinlerde bir nebze katkımız var.

Siyasi muhalefetin solda kalan kısmının da sorumluluğu var; bizi bir araya getirmek çok kolaydı, içimiz yanıyor, hassasiyetlerimiz derinden yaralı, daha ezilecek neremiz kaldı ki, altılı masa iki ileri bir geri, tüm ezberlerimiz bozuldu da solun bazı bileşenleri kendi ezberini bozamadı.

Yan yana yürümek karşı kaldırımdan yürümek demek değil, varmak istediğimiz yer aynıydı, birleşsek yolları kapanırdı.

Bugün artık kendi şahsi ajandasını gözeten kim varsa ya da parti ajandasını saklı tutan tüm siyasetler, tarih önünde hesap verecekler bile diyemiyorum; bu gidişle silineceğiz tarihten, hep bir yekten.

Tek bir kurtuluş yolu kaldı; ağır ve haksız tahrik karşısında düşmana karşı dostlukla birleşmek, sahada, sokakta, seçimde ve sonrasında.

Yoksa atacak sloganımız bile kalmayacak, sustukça sıra Gülşen’e geldi, hep beraber olmadıkça hiçbirimizin kazanmadığı, direnişte birleşmedikçe faşizmin kazanacağı günler şuracıkta.

Söz yetki karar, iktidar için firesiz birleşelim arkadaşlar.

Bunun için daha ne kadar tahrik edilebiliriz ki?

Yerimiz ve zamanımız dar.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Vergide sahte sefer

Vergide sahte sefer

Maliye Bakanı Şimşek’in servet sahiplerinin vergi ödememesine tepkiler üzerine ilan ettiği “vergi denetimi seferberliği”nden koca bir hiç çıktı. Müfettiş yetersizliği nedeniyle şirketlerin sadece yüzde 2’si denetlendi. Sınırlı denetimde bile kaçırıldığı tespit edilen vergi tüm şirketlerin ödediği kurumlar vergisinin yarısına erişti. Vergi yükü her zaman olduğu gibi bordro mahkumu emekçinin sırtında kaldı.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Suriye’de Aleviler hem katledildiler hem de “Esed artığı”, “mezhepçi fitne”, “provokatör” gibi suçlamalara maruz kaldılar.

Evrensel'i Takip Et