10 Eylül 2022 04:54

Orta vadeli program

Saray önünde Erdoğan

Fotoğraf: TCCB

Paylaş

Orta vadeli program, önümüzdeki üç yılın tahmini değerlerini veren bir tablodur. Türkiye 1961 Anayasası ile planlama uygulamasına geçerek beş yıllık planlar yapmaya başladı. Bu planlar birer yıllık programlara indirgenip, yıllık programlar doğrultusunda bütçeler yapılmaya başlandı. Ekonomik verilerin çok hızlı değiştiği, krizlerin yaşandığı dönemlere girildiğinde, IMF programları çerçevesinde orta vadeli programlar yapılmaya başlandı. Bugünkü konumuz, 2023-2025 dönemini kapsayan orta vadeli program etrafında şekillenen siyasettir.

Bir taraftan ülke cumhuriyetin yüzüncü yılına doğru derin bir krizin içinde seyrederken, daha doğrusu tarihinin en büyük çöküşünü yaşarken, diğer taraftan da önümüzde çok yaşamsal bir seçim varken, seçim yılını da kapsayan üç yıllık program çok önemli olabilirdi. Evet, olabilirdi, ama durum hiç de öyle değil. Hatta denebilir ki, program tam bir çalakalem üslupla yazılmış olup, ne ciddi bir amaç ne de amaca götürecek araçlar ortaya koyulmuştur. Sanki işler Allah’a havale edilmiş olup, usul yerine gelsin diye program görüntüsünde bir tablo hazırlanmış ve kamuoyuna sunulmuş. İktidara asılmış ve devlet korumasından kopmak istemeyen bir iktidarın adeta topluma bir şey söyleme zorunluluğu dahi duymadan şeklen bir program hazırlamış olduğu görüntüsünün yorumu, programın içeriğinden daha önemli gözüküyor bana. Bundan dolayı bugün programın içeriğinden çok, programın mimarlarının siyasi manevrasını tartışmaya açmak istiyorum.

Programdan çok, uyumsuz rakamlar tablosu niteliğindeki bir çalışmayı, iktidarı bırakmamayı kendisine şiar edinmiş bir siyasi yapı acaba hangi mantıkla topluma sunar? Derin bir ekonomik kriz, krizin mimarı yirmi yıllık hakim siyasi yapı ve çok yaşamsal bir seçim dönemine girilirken, bu dönemi kapsayan ekonomi programı nasıl oluyor da bu denli hedefsiz ve tutarsız bir şablon halinde kamuoyuna sunabiliyor? Bu karmaşık soruya verilecek yanıtların tümü aynı noktada düğümleniyor; yaratılan ve yaşanan derin çöküşe bir çare üretemeyen iktidarın iktidarı terk etmek gibi bir niyeti olmadığı gibi, bu niyetini gerçekleştirme yollarını da örtülü şekilde açık etmektedir. Bu durumun, iktidarın gücünden çok, geliştirilen muhalif cephe ya da cephelerin güçsüzlüğünden kaynaklandığını düşünmekteyim

Peki, böyle bir yaklaşım içindeki iktidarın hazırladığı programın hedefi kim ve böyle bir programla amaç ne? Birinci sorunun yanıtı çok kolay. Şöyle ki, programın hedefi iktidara karşı oluşan altılı masa ittifakıdır. Programın bu haliyle, altılı ittifaka ne bir eleştiri şansı verilmekte, ne de ileri projelere ait ipucu. AKP’nin yaşam boyu tek kozu olan, ileriye ait gerçek fikir ya da programını söylemeden, toplumda beklenti oluşturmak ve son sözü kendinde tutmak mantığı burada da başattır. Bu davranış patolojisinin mantığında despotik manevralarla toplumu kendi etrafında tutmak, dağılmasını önlemek, pekiştirmek ve bütün bu beklenti yaratıcı manevralarla da kendi projesini topluma dayatmaktır. Nitekim laik söylemlerle dinci siyasetin güdülmesi; kılık kıyafet serbestisi görüntüsünde sakal-türban cemiyeti yaratılması; darbeci-bürokrasi vesayeti karşıtlığı görüntüsünde darbeci-devlet yapılanmasına yönelinmesi gibi sayılamayacak sinsi politikalarla hükümet olarak işbaşına gelmiş olan AKP, türlü manevralarla sahnede aldığı devlet rolünü pekiştirmeye çalışmaktadır. Hükümetler geçici süreli iktidarı ele alır ve seçime asılır. Oysa devlet yapılanmaları ancak toplumsal kalkış veya darbelerle değiştirilir ve yeni anayasa inşası ile yeni devlet yapılanması oluşturulur. AKP’nin yeni anayasa söyleminin özünde siyasi kalkış ve yeni siyasi yapılanma ya da oluşturulmaya çalışılan yapılanmanın kurumsallaştırılması olduğunun çok net okunması gerekmektedir. Eğer durum bu ise, önümüzdeki üç yılın ya da yılların bir önemi var mı, tüm politika ve uygulamalara bir padişah karar verecekse, bunu halkla ya da şeklen oluşmuş muhalefetle paylaşmanın bir anlamı olabilir mi?

Birinci soruya verilen yanıt, mantıksal olarak ikinci soruyu değersizleştirmektedir. Şöyle ki, AKP gözü ile bakıldığında, devletleşmeye giden bir yapılanmada, oldukça da yol alındığı aşamada hükümet değişikliğini hedefleyen seçim ilgili ve gerekli(!) bir süreç olarak algılanmaz, ancak toplumsal algılamayı yanıltmak ya da köreltmek amacıyla henüz değiştirilememiş siyasi yapılanmada kurulu sistemin usullerinin usulen yerine getirilmesi yoluna gidilir. Başkanlık sistemini hazırlayan akademi ve siyasi aktörlerin, devlet ve hükümet yapılanmalarının karşılıklı konumlarından bihaber cehaletle ülkeye yaptıkları büyük tahribatın ürünü olan günümüz AKP yapılanmasının düzgün bir program hazırlama enerjisi sarf etmeye niyetinin olmaması olağandır ve bu durum anlaşılır.

Cumhuriyetin ilanı dönemlerinde Batı ekonomileri birinci sanayi aşamasını geride bırakıyordu. Cumhuriyetin yüzüncü yılına girilirken ise, birinci sanayi aşaması olan tekstil alanından henüz çıkamamış ve tasarlanan otomobilini ise seçime doğru vitrine koymaya hazırlanan ülkemiz, taşların bağlanıp köpeklerin salındığı gerçek kapitalizmin başat olduğu dünyada kendisini buldu. Ne var ki Osmanlı rüyası gelişme dönemleri hayallerinde gezinirken, bugünün dünyası Osmanlı’nın parçalanışını çağrıştırmaktadır.

Peki, gerçeğe uymayan bu hayali kafamıza yerleştiren kimdir? Bu sorunun yanıtı, planın amacı ile ilgilidir. Burada Osmanlı’nın üç kıta hakimiyeti süslemesi perdesi altında toplumun birey anlayışına değil, tebaa mantığına gömülerek koşulsuz itaatinin sağlanması amaçlanmaktadır. Aynı mantıkla yaratılmaya çalışılan psikolojik yapılanma içinde, maalesef, halkımızın kutsal duyguları da sömürülmüş ve sömürülmektedir. Şöyle ki, bireyin Yaratıcı’ya koşulsuz itaati, aynı anda yöneticiye itaatine dönüştürülmeye çalışılmış, maalesef, bunda da oldukça muvaffak olunmuştur. 

Tartışılmaya açık bu görüşlerin kimin işine yaradığı asıl konumuzdur. Osmanlı’nın o yüce padişahlarının burun büktükleri Cenevizlilere verdiği ticari imtiyazların ne aşamalara geldiği, koca imparatorluğu nasıl kapitülasyonlarla erittiğini Osmanlı hülyalıları unutmakta, fakat sıkışan kapitalizmin cinleri bu durumları kalplerinin ve kafalarının en ücra noktalarına kadar hatırlamaktadırlar. Türkiye’nin nüfus yapısı da acaba şefkat anlayışımızın bir sonucu mu yoksa bize yedirilen ve Osmanlı’mın son dönemi halkların isyanı maceralarına sürüklenmememize yol açmaya iten güçlerin işi mi?

Elimize tutturulan oyuncaklarla değil, derinlemesine gerçeği görmeye çalışarak kararlarınızı vereceğimize inanmak istiyorum. Umarım!..

9 Eylül zaferini ulusumuza yaşatanları minnet ve rahmetle anıyor, İzmirlileri ve tüm halkımızı kutluyorum.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa