Eğreti bir tabela: Vahdettin

Sultan Vahdettin (VI. Mehmed)
İzmir’de 9 Eylül 2022 günü, işgalden kurtuluşun 100. yılında yapılan konserli etkinlik, eski bir tartışmayı (Hatta buna tartışma bile dememeli belki, bir tür ‘çekişme’yi) yeniden gündeme getirdi. Çekişmenin konusu, İzmir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in, o günkü konuşmasında söylediği şu sözler:
“Yüz yıl önceydi, bu toprakları yönetenler gaflet, delalet ve hatta hıyanet içindeydi. Gençleri kadınları çocukları geleceği hiç düşünmediler. Sadece ve sadece saraylarındaki saltanatı korumak için bütün milleti ateşe attılar.”
Tunç Soyer’in “yüz yıl önceydi” diyerek işaret ettiği tarih 9 Eylül 1922’dir. O esnada İstanbul’daki Saray’ın mukimi Sultan Vahdettin. Zaten haşmetleri o tarihten 69 gün sonra ülkeyi terk edecek. Çünkü Vahdettin, savaş içindeki savaşın kaybedeni. Mukadder yenilgisi onu, benzer pek çok devrik monarkın sonuna sürüklüyor: Muhip olduğu güçler için de artık bir kullanım değeri taşımayan, kimsenin derdiyle dertlenmeyeceği bir hurda; tarihin sarf ettiği malzemenin işlevsiz bir atığı.
Vahdettin, 1908’den beri ölü olan bir cesedin pudralanmış yüzüydü. Uluslararası kapitalist sistemin yarı-sömürgesi durumundaki yitik Osmanlı’nın son ve eğreti tabelası.
Bu haliyle, 2022 Türkiye’sinde, üzerine bu kadar konuşulacak bir madde değildir. Ancak bir gölge, güncel kavgaların hizmetine koşulmuş bir antika sembol olarak anlam taşıyabilir. Ve ‘güncel’ kavganın bağlamında değerlendirilebilir. Ama güncel olan kavga da ülkenin maddi tarihinin soğuk damgasını taşır.
Vahdettin eğreti bir tabelaydı; çünkü Cihan Harbi bozgunundan sonra ortaya çıkan geçici boşlukta, Türkiye tarihinin geldiği bir yol ayrımında, tamamen ‘dışsal’ koşulların himayesinde, aslında eski ve sonucu çoktan belli bir kavganın yenik tarafından gelerek sahne almaya çalışmıştı. İttihatçılar ekim 1918’de teslim anlaşması imzalamak zorunda kaldıklarında, 1908-9’dan geriye kalan harabelerin içinden, Saray’ın ebediyen yenik elitlerinin fırsatçılığı boy verdi.
Türkiye’de siyasal iktidarı kontrol eden esas güçler, 1908’den 1918’deki savaş sonuna dek (ama esasen de 1913-18 arasında) İttihatçılar; 1919’dan sonra da Anadolu’daki direnişi örgütleyen ve büyük oranda bu İttihatçı güçler havuzundan neşet eden yeni milliyetçi güçler olmuştu. İstanbul’daki Saray ve çevresinde öbeklenen eski düzenin güçleri (hanedan asalakları, saltanat bürokrasisi, komprador burjuvazinin cılız kalıntıları, kurtuluşu ‘büyük güçler’e teslim olmakta bulan iş birlikçi aydınlar vb.) kabaca 1918 sonuyla 1921 sonu arasındaki kısa ve görece belirsiz dönemin ufkuyla, yıkılmış düzene tutunmaya çalıştılar. Bu kanlı ve tekinsiz dönemi, yer yer bir iç savaşa çevirmek için çaba gösterdikleri direnişi boğarak atlatacaklar, Batılı büyük güçlerin desteğiyle yeni düzenin kontrolünü de elde tutacaklardı.
Oysa Trablusgarp’tan beri, 10 yılı aşkındır süren savaşlar, yıkımlar ve kayıplar içindeki ülke, yönetemeyecekleri kadar değişmişti. Savaş, yol açtığı yıkımların yanında -hatta kimi durumlarda bizzat bu yıkımların da etkisiyle- ulusal nitelikte bir kapitalizm için gerekli fiziki altyapının inşasına katkı sunmuştu. Demir yolları, haberleşme ağları, savaşın büyük iaşe sorununun çözümü için girişilen organizasyonlar, nüfusun ve sermaye birikiminin, çoğunlukla trajik olaylar eşliğinde büyük değişimi, karaborsa zenginleri, müsadereler…
Bu altüst oluşlarla gücünü artırmış bulunan eskinin küçük sermayeli Türk ve Müslüman burjuvazisi, tüccarlar ve esnaf, savaşın büyük kârlarla gönendirdiği, giderek kapitalistleşen çiftliklerin ve büyük toprakların sahipleri, eşraf, bir ucu Tanzimat’a kadar uzanan milliyetçi bürokrasi ve aydınlar… Yeni dönemin güçleri, ülkenin siyasi merkezini de Anadolu’ya kaydıracak şekilde bir yeni iktidar bloku oluşturmuşlardı.
Üstelik fonda, büyük bir dünya-tarihsel olayın, 1917’deki Ekim Devrimi’nin cereyanı vardı.
Vahdettin şahsındaki eski güçler, Abdülhamit’in gün batımından bile daha iktidarsız bir naçar durumundaydı. Bugün anakronik bir çekişmeye konu edilen müflis sultan, yalnızca bir yurtseverlik/ihanet denkleminin değil, Türkiye’nin maddi gelişiminin ve buna bağlı toplumsal değişimlerin bir sonucu olarak tahtı bırakıp kaçmak zorunda kaldı, yıkık tahtı... Vahdettin burada yalnızca yitik bir geçmiş imgesidir.
Bugünkü kavga, tarihin hayaletlerini eşeleyerek kendilerine ideolojik mevziler kazanmaya çalışanlar için de faydasız bir tantana… Tarihi, seçimleri kazananlar değil, savaşları kazananlar yazar. Ve her savaş, onu çeşitli eksenlerde kesen sınıf savaşlarının bir görüntüsüdür. Vahdettin ve Vahdettinciler bu savaşlarda yenilmiştir. Onun kaftanı arkasından yeni bir tarih çıkarmak mümkün olmayacaktır.
Evrensel'i Takip Et