Kültür sermayesine saldırı

Fotoğraf: Can Candan (CC BY 4.0)
Boğaziçi olayı teknik ve yönetsel nitelikli münferit bir olay olmadığı gibi, salt bir rektörün hırsı ya da kaprisi ile devreye sokulmuş bir olay olarak da görülemez. Boğaziçi ve üniversiteler üzerindeki genel baskı olayı, iç siyaset açısından, yetki aşımı ile hükümet düzeyinden devlet düzeyine geçmiş olan AKP ve ortağının toplumumuza biçtiği kültür ve davranış kodlarının yaygınlaştırılması; emperyalizm açısından ise, Türkiye’nin uluslararası iş bölümünde uluslararası dayatmaların siyasi baskı ile uygulanmasıdır. Bugün sadece birinci konu üzerinde duracağım. Enerji en dirençli iletkenden geçerken parlama da en şiddetli halini alır. Batı üniversite geleneğine daha yakın Boğaziçi Üniversitesine yapılan müdahalenin toplumsal yansıması ondan dolayı daha güçlü oldu. Adalet kurumları nasıl derdest ediliyorsa, medya nasıl denetlenerek toplumsal yönlendirme, hatta yanlış bilgilendirmede fütursuzca kullanılıyorsa, toplumun bilim ve kültür kalesi konumunda olması gereken üniversite de emperyalizm-siyaset iş birliğinin bu fütursuz topyekün saldırı-denetleme yürüyüşünden nasibini alacaktı!
Seçime gidilirken Boğaziçi’ye yersiz ve saygısız müdahalenin AKP ve özellikle de MHP tabanını konsolide etme işlevi var mıdır? Bunu araştırmacı kurumlar bize göstereceklerdir. Ben böyle bir etkinin olduğunu düşünüyorum. Zira atanmış dekanı dahi birkaç ay dayanabilmiş ve istifa etmiş, sadece bir doçent ve birkaç doktor öğretim görevlisi ile eğitime ayak atan Boğaziçi Hukuk Fakültesinin dol(durul)ması akılla değil, ya yönlendirme ya da marka ile açıklanabilir. Her iki durumun da yakın ihtimal içinde olması müdahalenin ne denli kişisel hırs ötesinde siyasi olduğunun göstergesidir. Siyasi ajan da zamanı geldiğinde, hem kullanılacak hem de sıkışıldığında günah keçisi yapılabilecek uygun bir aracı doğal olarak bulabilir.
SALDIRI SALT BOĞAZİÇİ’YE DEĞİL
Bu saldırıyı salt Boğaziçi alanı ile algılamak ve sınırlamak yanlıştır. Bunun nedeni, saldırının, maddi görüntüsü ile mevzi olmasına karşın, ruhu ve amacı ile tüm yükseköğretim, hatta genel eğitim sistemine yönelik olmasıdır. Çünkü eğitim sistemi ülkenin sinir sistemini, üniversite ise en ileri sinir sistemi olarak ülkenin beynini temsil eder. Sinir sistemi organizmanın en uyanık olarak, toplumsal ve ekonomik oluşum ve kararları çözümleyebilen ve görülen yanlışları saptayıp, gerekli merkezleri uyarma işlemini yapabilen organdır. Bu tanımı biraz daha açarsak, üniversite hem topluma ve siyasete alternatifler sunan, hem de eleştirel yaklaşımla toplumu yönetenler üzerinde demokrasinin kılıcı rolünü yerine getirebilen sadece yetkili değil, aynı zamanda da etkili bir kurumdur. Hükümet Anayasa Mahkemesinden, Sayıştaydan ya da Danıştaydan ne denli çekiniyor ve oraların yönetimi üzerinde baskı kuruyorsa, aynı şekilde, hatta onlardan da öte üniversiteden de çekinir ve üzerinde baskı uygulama yoluna gider. Onun içindir ki, yüksek yargı organlarını da, üniversite rektörlerini de Saray’da misafir(!) etmek usulden oldu. Oysa yüksek yargı organları da üniversiteler de birer devlet organlarıdır, fakat hükümetin üzerinde olarak bağımsız ve özerktirler. İşte mesele de budur; söz konusu etkili ve yetkili organların etkili, hele de yetkili olmaları istenmiyor. Parti ve devlet başkanlığı makamının birleştirilmesiyle devlet organlarına nasıl bir tasallutta bulunulduğu ya da bulunulabileceği, sanırım üstün zekalı hukukçularımızın veri akıl düzeyi algılayamadı. Yazıklar olsun! Bir bütünsel olarak çalışan herhangi bir sistemin tek bir noktası ele alınamaz, çünkü o nokta bir dizi noktalarla bağlantılıdır.
SİYASAL ÇÜRÜMENİN KIRILMA ANI
Üniversitenin özerk olması, yani öğretim üyelerinin sermaye, siyaset ve dinsel gibi her türlü toplumsal baskı gruplarından uzak ve azade olması usulden değil, gerekliliktendir. Burada hiç böylesi dile yapışmış ve bilinen genel tartışmalara girmek istemiyorum. Bugün burada, 1982 YÖK uygulamasından beri üniversite üzerinde giderek yükselen tempoda süren baskılar karşısında ODTÜ ve Boğaziçi kampüslerinde ayyuka çıkan baskı ve protesto olaylarının siyasal çürüme olayının kırılma anı olarak okuyarak, akut hale gelen müzmin sakatlığın sağaltılması yolları düşünülmeli, aranmalı ve bu konuda faaliyete geçilmelidir, diye düşünüyorum. Müzmin seyreden ve arada bir pansuman tedavisi ile yatıştırılmaya çalışılan bir hastalığın en akut hali ile ortaya çıkmasını nasıl bir tür cerrahi müdahale anı olarak ele almak ve ona göre müdahale etmek gerekirse, aynı şekil içinden geçtiğimiz karanlığın da bu şekilde ele alınması ve ona göre sağaltılmasının gerektiği kanısındayım.
Tarihe bakarsak, ünlü Oxford ve Cambridge Üniversiteleri olayı çok mühim bir ders olarak karşımızda durmaktadır. 1968 yılında, bizzat üniversite ders programı ve uygulama biçimine karşı çıkan öğrencilerin bazı hocalarla birlikte giriştiği bir eylem var yine elimizde. Nihayet, 2008 krizi esnasında ünlü Harvard Üniversitesinin Ünlü Hocası N. Gregory Mankiw’e öğrencilerinin yönelttiği boykot hareketi var. Bu arada geçen günlerde yaşamını yitiren İngiltere Kraliçesinin ünlü Londra İktisat Okulundan hesap sorması da elimizde kozdur. Kısacası, hem üniversite kurumuna yukarıdan yapılan baskılara karşı, hem de bizzat üniversite hocalarının tutum ve davranışlarına karşı talebelerin kalkışı ile ilgili çok zengin bir malzeme var elimizde.
Bu ve daha birçok örnekleri bulunabilecek üniversiter olayları için ayağa kalkma nedeni ve mücadele yöntemi üzerinde düşünülür, uygun planlar yapılır ve öğretim üyesi ve öğrencisi ile birlikte topyekün ayağa kalkış programı tasarlanabilir. Eğer üniversiteler siyasetin değil, halkın ve halkın adına öğretim üyesi ve öğrencisiyle tüm üniversite bileşenlerinin ise hareketin başlangıç yerinin saptanması ve başlatıcı grupların ve taşıyıcıların da kimler olduğunun planlanması da ona göre yapılmalıdır.
Bu hareketlenmede hocası, öğrencisi ve çalışanlarıyla tüm üniversite bileşenleri Türkiye’nin muhtelif merkezlerinde yaygın tanıtıcı ve tartışmalı toplantılar düzenlenip, eylem halk düzeyine indirilip, yaygınlaştırılmalıdır. Olayın Boğaziçi ile sınırlı kalması siyasinin avantajına, halkın ve üniversitenin ise dezavantajınadır. Bundan dolayı, üniversite bir camia olarak bu konuyu tek bir kurum meselesi olarak değil, toplumsal mesele olarak topluma yaygınlaştırmalı ve mal etmelidir.
Siyasetin üniversitelere baskısı, salt bir kuruma ya da kurumlara yönetme-atama şeklinde salt yönetsel ve mekanik yönüyle değil, üniversite kurumunun özerkliğine ve öğretim üyesinin özgürlüğüne yönelik saldırı olarak görmek gerekir. Mücadelenin hedefinin, soyut olarak üniversitenin tüm toplumsal güç odaklarından bağımsız eleştirel düşünme, yapıcı fikirler üretme ve demokratik işleyişin çok temel unsuru olan altyapı bilgi dokusunu oluşturup topluma sunma özgürlüğünün sağlanması olarak saptanmalıdır. Bu mücadele orta eğitim kademesine de yansıtılarak, emre hazır kurşun asker üreten değil, her alanda özgür düşünebilen hür fikirli gençler yetiştiren kurumların oluşturulması da hedefte olmalıdır, zira üniversitede dokunacak kumaşın nihai kalitesi de adayların kaliteli eğitim kurumlarından gelmesi ile yakından ilişkilidir.
Evrensel'i Takip Et