01 Ekim 2022 04:10

Kötü adamlar, olmayan babalar

Görsel: Blonde filminden bir sahne 

Paylaş

Marilyn Monroe yalnızca sinemanın değil Amerikan pop kültürünün en ikonik karakterlerinden birisi. İkinci Dünya Savaşı sonrası büyük bir dönüşüm geçiren Amerikan toplumunda gelişen sinema, pop kültürü, reklam dünyası ve magazin basını rüzgarıyla büyüyen bir figür Monroe. Ama rüzgar kesildiğinde ne yöne gidemeyeceğini bilemeyen, hele de tersten esmeye başlayınca afallayıp kalan bir kadın aynı zamanda.

Haliyle Marilyn Monroe’un hayatı da her zaman merak konusu oldu. Çocukluğu, aşkları ve ölümü türlü çeşitli yorumlara tabi tutuldu. İşte bu yorumlardan birisi de geçen ay Venedik’te Altın Aslan için yarışan Andrew Dominik imzalı “Blonde”. Milenyumun ilk yılında “Kasap” (Chopper) filmiyle sinemaya sarsıcı bir giriş yapan Yeni Zelandalı Yönetmen Dominik, kimilerine göre 2000’li yılların ilk büyük başyapıtı olan “Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikastı” filmiyle el yükseltti adeta. Bu iki film üzerine gelen 2012 tarihli “Kibarca Öldürmek” (Killing Them Softly) pek beğenilmese de, benim için vasat üstüydü.

Dominik, önceki üç filminde olduğu gibi yine bir kitaptan yola çıkarak kuruyor “Blonde”un çatısını. Joyce Carol Oates’ın 2001’de iki bölümlük bir televizyon dizisi olarak da uyarlanan aynı adlı romanından ilham alıyor yönetmen. Roman Monroe’nun gerçek hayatının izini sürse de gerçekte olanları kurmaca ile süslüyor. Ayrıca gerçekte olmamış ama dönemin gerçek karakterleriyle ilişkiye geçiriyor Monroe’yu. Misal filmde de görebileceğimiz gibi Charlie Chaplin’in oğlu Cass Chaplin ile ilişkisi bir muamma. Zaten film de Marilyn Monroe’dan çok gerçek adı olan Norma Jeane’in hayatı üzerine gibi duruyor. Tam da bu noktada son yılların yükselen yıldızı Ana de Armas’a dair birkaç kelam edelim. Çünkü Küba doğumlu yıldızın ‘latino’ özellikleri ve fiziği nedeniyle Monroe olup olamayacağı tartışılmış, film çıktıktan sonra da bunu eleştirenler olmuştu. Bence sorun yok. Çünkü film hayli kurmaca içeriyor ve kendi Marilyn Monroe hikayesini anlatıyor. Dolayısıyla farklı bir karakter inşa etmesinde sıkıntı yok. Kaldı ki, Armas birçok karede Monroe’yu hayli andırıyor.

Filmin çok daha büyük dertleri var bence. Baştan hakkını verelim. Çağının en iyi yönetmenlerinden biri olduğu su götürmez Andrew Dominik’in müthiş anlar, sahneler bulduğunu söylemek gerek. Bir andan başka bir ana, bir mekandan diğerine geçişlerdeki ustalıklar, Monroe’nin özellikle medya mensuplarının yoğun ilgisine maruz kaldığı anlara dair kesmeler ve deformasyonlar pırıl pırıl bir zihnin ve sinemanın ürünü.

Ama Norma Jeane’i baştan sonra ele alışı filmin bütününü tartışmaya açık hale getiriyor bence. Dominik, film boyunca sürekli erkekler tarafından mağdur edilen, ezik, kontrolsüz ve ne yaptığını pek bilemeyen bir kadın olarak resmediyor Monroe’yu bilerek ya da bilmeyerek. Sektöre adım attığı andan itibaren cinsel, ruhsal ve maddi olarak sömürülen bir kadın var karşımızda. Bunların yaşanmış olması, karakterin fazlasıyla edilgen kılındığı gerçeğini değiştirmiyor. Halbuki,  Marilyn Monroe kameralar karşısında, iş ortamında “aptal sarışını” oynasa da Norma Jeane ne yaptığını bilen entelektüel birisi. Film bunu hissettiriyor ama yeterli derecede değil bana göre. Norma Jeane’in ilk aşklarından evliliklerine kadar hep erkeklerin gölgesinde ve onların yönlendirmesinde olduğuna dair bu resim hiç değişmiyor. Kendisini en iyi hissettiği Yazar Aurthur Miller’la olan birlikteliğinde bile bu değişmiyor. Miller diğer erkeklerin aksine anlayışlı ve sevecen çiziliyor ama bu kez Norma ‘çocuklaşıyor’.

Sıkıntılı bir diğer yön ise film boyunca “babasızlığın” Norma Jeane üzerinde yarattığı tahribatın ele alınma biçimi. Henüz çocukken tanıştığımız Norma, annesiyle birlikte babasızlığın sıkıntılarını yaşıyor. Bu kendisinde öylesine bir yer ediyor ki, sevgililerine, eşlerine de “babacık” demeye başlıyor. Bir baba arayışı hep sürüyor. Yine tekrar etmekte yarar var. Baba meselesinin hayatı boyunca belirleyici olması başka, yönetmenin her şeyin merkezine bunu koyması başka. Çünkü bu durum karakterin her şeyini verili hale getiriyor, onu iradesiz kılıyor. Zaten başka türlü bir hayatı olamazmış, kaderi böyle yazılmış gibi…

En nihayetinde Norma Jeane’in karşısına hep kötü adamlar çıkmış olsa da, babasını tanıyamaması onu derinden sarssa da Marilyn Monroe’un bundan çok daha fazlası olduğunu biliyoruz. Film fazlalıkları ayıklayıp, eksikleri koyuyor önümüze durmadan. Çağın ruhuna uygun bir “me too” hikayesi anlatayım derken, karakterini silikleştiriyor farkında olmadan sanki.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa