Dev hizmet; Orta Doğu ayağınıza geldi!
Fotoğraf: Pixabay
Siyah-beyaz televizyonlardan renklilerine geçiş dönemini hayal meyal hatırlıyorum. TRT’nin tekelinin kırılması için aradan epey zaman geçmesi gerekmişti gerçi. Bütün dünya TRT ekranlarında anlatılanla sınırlıydı; pazarları klasik müzik konseri güne başlamak, Amerika’yı yapımcıların seçtikleri diziler üzerinden tanımak, tarımda süne sorununu memleketin en önemli derdi sanmak gibi algılarla yaşadık özel televizyonlar hayatımıza girene kadar.
Parliament sinema kulübünün müziğini hâlâ hatırlamak gibi nostaljik izleri kalsa da özel televizyon kanalları ile birlikte memleketteki genel durumun TRT’nin anlattığı gibi olmadığı gerçeği ile yüzleşmek epey zorlamıştı birçoğumuzu.
Nasıl yani, ülkenin bir tarafında terörle mücadele yok muydu? Kireç kuyularında insanların infaz edilmesi de nereden çıkmıştı? Metin Göktepe’yi döverek öldüren polisleri, Susurluk kazasını yine televizyonların çok sesli oluşları sayesinde öğrendik. Uğur Mumcu, Necip Hablemitoğlu gibi önemli isimlere suikastleri o kanallarda gerçekten gazetecilik yapan insanlar sayesinde hiç unutmadık. Evet, bir zamanlar Türkiye’de gerçek gazeteciler vardı ve günümüzde ‘eceline mi susamış?’ denilebilecek cesur sorular sorabiliyorlardı.
Hiçbir zaman tam anlamıyla demokratik ve şeffaf bir ülke olamadık ama en azından devletin en karanlık aygıtlarının en kararlı oldukları zamanlarda bile işin ucunu bırakmayanlar ve yine çok sesli ekranlar, basın sayesinde baskı oluşturulduğu, insanların olan bitenden haberdar edildiği zamanlardı!
Dezenformasyon, toplumsal algıyı yönetme, propaganda hatta basın üzerinden rövanşlar, intikamlar, hesaplaşmalar hep oldu. Ancak en azından devletin birçok kurumuna gazetecilerin ulaşması mümkündü; bürokrasi tamamen içine kapanmamıştı, kurumların düzenli basın açıklaması yapan sözcüleri vardı.
Devleti yönetenleri ve kurumları denetleyen mekanizmalar aksaklıklara rağmen hala çalışıyordu ve yolsuzluklar raporlara girebiliyordu.
Hiçbir zaman “ahh ahh eskiden ülkemiz ne güzeldi, demokrasi de vardı ifade özgürlüğü de” güzellemesi yapanlardan olmadım. Çünkü ülkeler için böyle nostaljilerin gerilemenin normalleşmesinin işareti olduğunu düşünenlerdenim.
İnternetin, sosyal medyanın yaygınlaşması ile birlikte Türkiye’de basının hareket alanı genişlerken mesleğim sebebiyle yolum Orta Doğu ülkelerine düştü. O zamanlar birçok sosyal, kültürel, tarihsel vs vs ortak noktası olmasına rağmen hâlâ Türkiye ve Orta Doğu ayrımı yapılabiliyordu. İki taraf arasındaki makas çok açıktı.
Orta Doğu’da geçireceğim 12 yılın ilk durağı Suriye’ydi. İlk gittiğimde devlet kontrolündeki yazılı ve görsel medya bana siyah-beyaz ekranların TRT’nin tekelinde olduğu günleri hatırlatmıştı. Ülkede her şey güllük gülistanlıktı, ordusuyla yönetimiyle ülke birbirine kenetlenmişti, bir takım harici düşmanlar pusuya yatmış hain hesaplar yapıyordu ve ülke içinde bazı kanı bozuklar bu dış mihraklarla yan yana hareket ediyordu ama olsundu, birlik ve beraberliği kimse bozamayacaktı!
Herkes telefonunun dinlendiğinden şüpheleniyor, aile içinde bile bir kardeş diğerine güvenmiyor, herkes birbirini ihbar etmekle suçlanıyordu. Kaldı ki, muhbirlik ülkeyi sevmenin, lidere biat vefakarlığın göstergesiydi.
Şam’da bir parkta yere serdiğim bir gazetenin üzerinde devlet başkanının resmi olduğu için alelacele toplayan birini neredeyse 10 yıl sonra bir haber ile yeniden hatırlamıştım; bir otobüste üzerinde Türkiye cumhurbaşkanının resminin olduğu gazetenin yere serilmesi ile ilgili bir haberdi.
Ülkenin yeteri kadar güvenlik birimi, istihbaratı yokmuş gibi muhtarların her mahallede küçük muhaberat şubecikleri olmakla şereflendirilmesi de çok tanıdıktı.
“Bizim yargımız, binlerce mahkememiz, yüzbinlerce savcımız avukatımız var” demek yerine direkt cumhurbaşkanlığına bağlı bir ihbar hattının oluşturulmasın “bu gidiş gidiş değil” dedirtmişti bana. Çünkü 90’larda hatta 2000’lerde İran’dan Mısır’a kadar bütün Orta Doğu’da ülkeye sadakat olarak kitlelere kabul ettirilen muhbir-vatandaşlığın yüzbinlerce insanın hayatını kararttığını, daha da kötüsü hem güvenlik birimlerine hem de yargıya güveni nasıl yerle bir ettiğini bizzat yerinde görmüştü. Gerçi denenmiş ve tonla sonucu olan bu sistemlerin Türkiye’de uygulanmasının amacının da bu olduğunu düşünüyorum; zaten sorunlu olan devlet-vatandaş ilişkisini “büyüğümüzdür, o çözer” şeklinde aslında lider kültüne dönüştürüp biatı sağlamak amacıyla yapılması oldukça muhtemel.
Zaten yargı o kadar yok hükmünde bir hale geldi ki cinayet durumlarında bile sosyal medyadan adalet talep eder olduk. Suçluları sosyal medyadan biz bulduk, boşu boşuna kaynak israfına dönüşen hepsi bir birinin aynısı televizyon kanallarında asla yer almayacak gelişmeleri yine sosyal medya sayesinde öğrendik. Helikopterden atılan insanları, yönetici katındakilerin kendi aralarındaki akçeli işleri, hatta bizzat yargının ve denetlemeden sorumlu kurumların başlarına gelenleri…
Bu arada 2011 yılında Orta Doğu’ya demokrasi, ifade özgürlüğü ve bilumum parlak parıldak söylemle “medeniyet” götürmeye girişen Türkiye tarihe geçecek bir hızla Orta Doğu’ya dönüştü. Hem de kendi isteğiyle…
Gazetecileri Metin Göktepe gibi döverek öldürmüyorlardı artık ama itibar suikastleri ile işsizliğe, yokluğa mahkum etmek iktidarın ‘hainlerle’ mücadele yöntemiydi artık. Üstelik bu konuda bile istikrar yoktu; birkaç yılın vatanseveri sonra haine dönüşebiliyordu. Ne kadar da Orta Doğu, değil mi?
“Onlaaaaarrr, hainleeeerrr, dış mihraklaaaarrr….” Yolsuzluk, kötü yönetim, yanlış gidişat diye itiraz edenler değil, yokuş aşağı gidişata alkış tutanlar hem güçle hem parayla ‘vatanseverliklerinin’ karşılığını alıyorlar.
Şimdi de elimizde kalan son mecraya, sosyal medyaya yönelik operasyon başladı. Kısaca sansür yasası. Devlet bile değil hükümet, iktidar, yöneticiler ne derse doğru odur; sorgulayan, şüphe eden haindir, provokatördür. Çocuk tecavüzcüsü bile birkaç yıl hapiste kalıp çıkarken böylesi bir yasanın sınırlarından azıcık dışarı sarkan ömrünü hapislerde geçirmelidir elbette!
Elbette yasa hem gazetecileri hem vatandaş olarak hepimizi çok etkileyecek. Çünkü yasanın belirsizliği adından belli; iktidarın trendlerini saati saatine takip etmek şart bir kere. O günün hainleri, yükselenleri, gözden çıkarılanları, trend tanımını ne bilmek lazım. Neyin, ne zaman sansür yasasına gireceğini iyi kestirmek gerek. Gerçi epeydir sansürü geçtik otosansürün günlük hayatımızın bir parçası olduğu şartlarda yaşıyoruz.
Bu yasayı Mısır’dan, Suriye’den biliyorum; yasaya sırtını dayayıp herkesin sesini keserim diye düşünenler için de tünelin sonu hiç iyi bir yere çıkmıyor.
İnternet çağındayız, yasak filan bir yere kadar. Üstelik içine kapanmış devlet kurumları ve “aman bilgi sızmasın, kimse görmesin” diye her deliği kapatmaya çalışmak demek spekülasyonların korkunç boyutlara ulaşması da demek.
O değil de, Orta Doğu bile on yıllardır içine saplanıp kaldığı bataklıktan çıkmaya çalışıyor. Türkiye’nin ısrarla düz yoldan bataklığa direksiyon kırması, daha da batayım diye gayret göstermesi akıl alır mantığa sığar bir durum değil!
Bir de o bataklığa girmek kolay ama çıkması çok zor!
Sonumuz hayrolsun!
- Suriye: Korku ve ümit iç içe 02 Ocak 2025 03:00
- Suriye bıçak sırtında! 27 Aralık 2024 06:15
- Şam'da neler oluyor? 20 Aralık 2024 05:35
- Her şeye rağmen ateşkes sağlandı! 28 Kasım 2024 06:30
- Trump başkan ama gözler Putin'de 21 Kasım 2024 05:00
- Enkaz altında Ali'nin yarım bacağı! 15 Kasım 2024 04:44
- Trump'ı değil Lazzarini'yi dinleyin! 08 Kasım 2024 12:17
- Lübnan Şiileri ve Türkiye’nin Kürt açılımı! 24 Ekim 2024 04:42
- 7 Ekim ve bölgenin yeniden dizaynı! 17 Ekim 2024 05:45
- Lübnan için kıyamet vakti! 10 Ekim 2024 04:59
- Bölge kaynıyor: Savaş içinde savaş! 03 Ekim 2024 04:55
- Lübnan savaşın eşiğinde! 26 Eylül 2024 04:27