09 Ekim 2022 06:55

Kerteriz olsa dediğim insanlar…

Fotoğraf: Unsplash

PAZAR
Paylaş

Gençliğimde uzun kahvaltılara eşlik eden koca bir tomar gazetenin köşe yazarlarına gıpta ederdim.

Festival, gala, seyahat, konser ve daha neler neler yazarlardı. Bir köşem olalı seneler geçti, hayalimdeki gibi farklı başlıklarda kısa kısa, iyilik-güzellik anlatma şansım hiç olmadı. 

Elbette heyecan verici şeyler de yaşanıyor ama sürekli bir sis bulutu düşüyor üzerine, büyük bir tartışma çıkıyor, korkunç bir haksızlık daha yaşanıyor, şiddet, buhran, bunalım...

Anayasa değişikliği, yeniden bir başörtüsü tartışması, cemevlerinin Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlanması, dezenformasyon yasası...

Sadece bir haftanın gündemi, 6 saat düşündüm neyi, neresinden, nasıl yazacağımı. Gitmiyor elim, şişti zira içim.

Kobay farelerinin kafeslerindeki dönen oyuncakta hiçbir yere varmadan koşuyor gibi hissediyorum bazen.

Böyle zamanlarda iyi geçen günleri ve neyin iyi hissettirdiğini düşünerek bir çıkış yolu ararım, izninizle bu pazar, azar azar güzelliklerden bahsedeyim.

Geçtiğimiz haftalarda biri Elâzığ biri Denizli’de iki bağ bozumuna gittim.

Elâzığ depreminden sonra ülkenin en büyük içki üreticilerinden birinin, Boğazkere ve Öküzgözü gibi şarap için oldukça değerli üzümleri, satılamazsa çiftçi bir daha ekmez endişesiyle, bağlar sökülmesin diye, zararı göze alıp ederiyle satın aldığını ve şarap üretim limitlerinin üzerinde kalan üzümlerle rakı yaptığını dinledim.

Tarımda kadınların yevmiyesi erkeklere ödenen ücretin yüzde 50-70’i arasında seyrediyor hâlâ birçok bölgede. Bunun önüne geçmek için kadın iş gücünü yüzde 98’e çıkardıklarını, bölgede eşit ücret ve sigortalı tarım işçiliği başlattıklarını anlattılar. Sıfır atık hedefine ulaşılmış, atıklar gübre ve tuğla yapımında kullanılıyormuş. İklim krizine karşın damla sulama sistemi için çiftçiyi desteklemeye başlamışlar. Sosyalizmin tedrisatından geçmiş biri yönetime gelince bir marka bile bunca değişime imza atabiliyorsa bir de devlet el atsa neler değişir diye düşünmeden edemiyor insan. Devletin kurumu TEKEL, İkinci Dünya Savaşı ortası şarap fabrikası kurmuş Elâzığ’a 1944’te. Ülke aynı ülke, şimdi şarap üretimine üzümünü satmayan çiftçi bile var, kendi muhafazakar diye.

Denizli’de ise Güney ilçesinin üzümle nasıl kalkındığını gözlerimle gördüm. Ödüle doymayan en ekonomik yerli şarabın üreticisi, “Ben proletarya için üretiyorum, iyi şarap en çok onların hakkı” diyor.

Gittiği her yarıştan ödülle dönen yerli bir şarabımız var ancak uluslararası ödüle başvurmak bile bütçe işi, başvurabildikleri her yerden bir madalya alıyorlar.

Merkeze bir okul yaptırmışlar. Üretim atıklarını 2 yıllık bir emek ve yatırımla komposta dönüştürüp gübre olarak kullanıyorlar. Komposta uygun olmayan atıklar yem yapılması için Güney Ekonomik Sosyal ve Kültürel Kalkındırma Vakfına bağışlanıyor. Yem satışından gelen gelir ise ilçeden üniversite kazanan öğrencilere burs oluyor. Meclise sunsan reddedilir AKP ve MHP oylarıyla. Şarabın atığından öğrenciye burs helal değildir diye.

 

1870’lerde Osmanlı 300 milyon litre şarap ihraç ediyormuş. İstanbul’un birçok semti ismini bağlardan almış; Validebağ, Bağcılar, Bağlarbaşı...

Şimdilerde yıllık üretim sadece 70-80 milyon litre.

Dünya şarap lideri Fransa yılda 10 milyar avro gelir elde ediyor ihracattan.

Yılda 13-14 milyon hektolitre şarabı toplam 835 bin hektar bağdan üretiyorlar.Bizimse son 10 yılda kaybettiğimiz tarım arazisi dahi 2.5 milyon hektarı geçiyor.

 

Ortadoğu’nun petrol zenginlerine sınırsız hizmet ve gayrimenkul sunarak ekonomiyi kıpırdatmaya çalışırken aslında petrol kadar değerli üzümlerimiz var, ekemiyoruz, üretimi desteklemiyor, dünyadaki bu yarışa giremiyoruz. Hâlâ dünyada Boğazkere, Öküzgözü, Kalecik karası bilinirliği yaratamadık. Değil üretimini desteklemek, içki üretilemesin, tüketilemesin diye konan vergilerle uğraşıyoruz. 200 çeşit şaraplık üzümden sadece 30’u kalmış geriye, ziraat fakültelerine tarımı kurtarmak, üzümleri yeniden yaşatabilmekten daha güzel bir amaç düşünemiyorum. Hele bir tarıma dönüş seferberliği başlasa… Kent nüfusu rahatlasa, sosyal yaşam kalitesi eğitimli ziraatçilerle yerele yayılsa, kıtlık korkusu bitse.

Bu iki gezi de topraktan nasıl verim alınabileceğine, çiftçinin nasıl kalkınabileceğine, sürdürülebilir tarımın hayal olmadığına, işi bir bilenin eline bırakınca kısa sürede nasıl muazzam sonuçlara ulaşılabileceğine dair bir umut yarattı.

 

Change.org’un 10. yıl kutlamasına katıldım. 10 yılda neler için ne kadar çok imza verdiğimizi izlerken gözlerim doldu. Mücadelenin her alanının koca bir özeti. İstanbul Sözleşmesi’nden Vazgeçmiyoruz kampanyası rekor imzaya ulaşmıştı mesela.

TDK’deki eril tanımların kaldırılması kampanyasından hijyenik kadın ürünlerindeki verginin düşürülmesine, avcılığın tamamen yasaklanmasından iklim krizi için acil adımlar atılmasına dair o kadar çok kampanya var ki.

Kampanya açılması, milyonlarca imza toplanması, insanların böyle bir inisiyatife destek olması aynı zamanda bu ülkede, kişisel çıkar hesabı olmaksızın, siyasi bir ajanda kapsamında değil, gerçekten dert edindiği için tepki örgütlemeye çalışan bunca insan var anlamına geliyor. Hele iklim aktivisti gençler, o kadar kalabalık, enerjik, güler yüzlü ve her birimize dertlerini anlatmak için öyle sabırlı ve heveslilerdi ki gel de umudu rafa kaldır şimdi. “Gençler ümitsiz ve pasif” diyen istatistikleri yırtar gibiydi coşkuları.  Her biri bir lider; öz güvenli, inatçı ve muazzamdı belagatleri.

 

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformuna açılan kapatma davası sebebiyle Çağlayan’a gittim. Türkiye’nin pek çok ilinden davayı takip etmek için gelen her yaştan kadın vardı.

Polis alanı bariyerlerle iyice daraltmıştı, TOMA’lar ve otobüslerce polis yığılmıştı. Yine de ıslıklarla, sloganlarla, boylarımızın üç katı flamalar, bayraklarla, kucaklaşarak, gülüşerek alana doluşan kadınları görmeliydiniz.

İran’daki kadın cesaretini ortaya koyan o videoları izlerken gözleriniz doluyor ya hani, işte aynı kavga, aynı cesaret, İranlaşmanın önünde koca bir set örüyor senelerdir, bu kadınlarla.

Kadın hareketi bileşenlerinin çoğu desteğe gelmişti, demokratik kitle örgütleri, dernekler, partiler, örgütler, platformlar, inisiyatifler...

Çok kadın var, güçlü, inatçı, kavganın tam ortasında dimdik duran, yıldırılamaz çok kadın. Her biri liderlik vasfına fazlasıyla sahip her biri dönüşümün öncüsü, sahada iyi birer örgütçü.

 

Geçtiğimiz hafta Caz Festivali vardı. Müzisyen arkadaşım Kamucan Yalçın’ı dinlemeye gittim. Postane İstanbul’un terasında, Galata Kulesi altında, arkada İstanbul manzarası, martılar sanki jam session yaparken fonda, yan teraslardan sessizce dinleyenler, dinleyenlerin büyük kısmı yine gençler. Dinleyiciler arasında bir yabancı turistin yüzünde çok iyi bildiğim o “Şu an başka hiçbir yer ve anda olmak istemezdim” ifadesini gördüm. Mutluluğu böyle tariflerim, anlıktır ve tam da o anda olma isteğidir. Tutkunu olduğum ve parça parça elimden çalındığını hissettiğim bu şehri bir turist olarak gezsem ne hissederdim diye düşündüm. Meclise gelen yasa tasarılarını bilmesem, Çağlayan’daki davaları duymamış olsam, cezaevlerinde suçsuzluklarının cezasını çeken sevdiklerimiz olmasa, gece yarısından sonra sokaklarda yürürken tecrübelerin uyarısı çınlamasa kulağımda? Doksanlar sonu ve 2000’lerin başı; belki 20 farklı ülkeden insan ağırlamıştım Beyoğlu’da. Hepsi aynı şeyi söylerdi: “24 saatin her birini böyle hareketli yaşayan bir yer daha görmedim.” 

Atılabilecek 10-15 adımda tüm dokusunun yeniden değişebileceğini düşündüm. O “İyi ki tam şu an tam da buradayım” hissinin herkesin yüzüne yayıldığı bir Beyoğlu düşledim. Mesela zincir mağaza egemenliğine son verebilmek için metrekareye bağlı kademeli tabela vergisi, yerli üretim, tasarım ve tekil mağazalar için stopaj ve kira desteği, gıda servisi şekline göre farklı içki ruhsatı alabilme esnekliği, işgaliye bedelinin makul sınıra çekilmesi, bazı sokakların daha trafiğe kapatılıp yayalaştırılması, hanutun yasaklanması, tek tipleşmenin önüne geçmek için dükkan ruhsatlarında satışı yapılacak ürüne göre kısıtlama konması, böylece daha çok eğlence, daha çok kültür sanat, daha az lokumcu, daha az parfümcü, daha az nargileci...

Beyoğlu’yu bırakmak zorunda kalanları düşündüm, yazdıkları kafeleri belli olan yazarları, şairleri, onları ağırlamakla onur duyan mekanları, kurulan uzun masaları, sabahlara kadar süren konserleri, bir zamanlar buraya damga vuran mekanları işletenleri ve yeniden başlıyoruz denildiğinde ilk gün gibi hevesle semte geri geleceklerini.

 

İktidar sırtını cehaletin övgüsüne dayadı, kolaydır cehaleti körüklemek. Hiçbir şey yapmayınca, düşünmeyince, sorgulamayıp araştırmayınca, eğitimi önemsemeyip, satın alınmış medyaya maruz kalınca, medeniyet kabul edilen hiçbir davranış takdir görmeyince, yaşamak aç kalmamakla, zenginlik gayrimenkul sahibi olmakla eşlenince zaten vasatın altına doğru iniyor insan kalitesi. Aklıselim olanın karnı aç olunca o da umursayamıyor haliyle ne cazı ne kapanan kitapçıları, doğal gaz faturası dururken suyun bittiğini, kıtlığın geldiğini, müsebbibi iklim krizini göremiyor. Yakın zamanda bir arşivi tararken TRT’nin geçmiş sokak röportajlarında insanların dinlediği müzik türünü nasıl net ifade edebildiğine şaşırmıştım. Şimdi müzik türünün ne olduğunu bile anlayamıyor, şarkıcı adı söylüyorlar. Sokak röportajı klişeleri “Çıkar telefonu” seviyesi bildiğiniz gibi. Herhangi bir soruyu anlayıp bağlama uygun yanıt verebilen insan sayısı da azaldı. 

Hepimiz “Çıkar telefonu” adamlara ve “1500 liraya 50 ayfon alınır” kadınlara konuşuyoruz sanki.

Halka değil seçmene konuşuyor siyasetçi. Seçmen de olmasak iyice değersiziz sanki. Bir de bu ülkenin işçisi emekçisi, yoksulu cahildir ve illaki dindardır gibi bir yanlış algı. Bu ülkenin yoksulu, toplumun artık en ahlaklısı ve ekseriyetle seküleri. Ranta bulaşmayan, vicdanını ve elini kirletmeyen, dini de rozet edinmeyen herkes yoksullaştı; hekim, avukat, sanatçı, akademisyen, öğretmen, edebiyatçı, yayıncı, matbaacı, mekancı…

Kerteriz alınan seviye bunalttı aydınlanmadan yana olan herkesi, yaşamın anlamını karın tokluğundan öte görenleri.

Çok insanda duyar oldum “müstehak” sitemini.

Hatırlatmak isterim ki aydınlanma bu karanlığın içinde hâlâ meşale tutmakta inat edenlerle yaşanacak. Onlar da halkın azımsanmayacak bir bölümüdür, seçmendirler de bir yandan.

Hâlâ toprağı, iklimi, özgürlüğü, eşitliği, hayatı savunanlar var.

Bir avuç sanılan insanların inadını, yaratabildiği etkinin gücünü, mümkün olan başka bir alemin izlerini görebilmek bana iyi geldi. 

Dilerim biraz da buraya döner siyasi muhalefet, kürsülerden konuşurken yüzünü.

Bir rant düzeninde çok çaldırdık kaynaklarımızdan ama insandan yana hâlâ bir zenginlik üstünlüğümüz var.

 

O güzel insanlar küstürülür de o çıkmaz denilen vizeleri çıkıp o parası yetmez sanılan uçak biletlerini alıp demir kuşlara binip bizi terk ederse demirin tuncuyla zor olur tüm işler…

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa