Kötülüğün dipsiz kuyusu
“Anlamakta zorlandıkları bir kötülük karşısında, “Bu kadar kötülük olmaz” diye tepki gösterenler kötülüğün kadarı var sanıyorlar. Yok.” Murathan Mungan (Twitter, 02.10.2022).
Murathan Mungan’ın sosyal medyadaki bu paylaşımını okuduğumdan beri sürekli olarak bu kötülüğün sınırı meselesi üzerine düşünüyorum. Bu meselenin aklıma takılmasının en temel nedenlerinden biri de özellikle 2013’ten beri (Öncesi olmadığından değil elbette) bu tür sözleri sürekli tekrarlıyor olmamız. “Bu kadar da olmaz, yok o kadarını da yapamazlar” demekten yorulduk, ama ne kötülüğün dibi göründü ne de yapabileceklerinin sınırı çizilebildi.
Oysa insanlık tarihi bize binlerce kez kötülüğün sınırı olmadığını öğretti, öğretmeye de devam ediyor. Öyle yüzyıllar öncesine gitmeye de gerek yok bunu anlamak için. Bugüne ve hemen düne bakmak bile yeterli. Örneğin, ne kadar görmezden gelsek, unutsak ya da unutmaya çalışsak da yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı bir an olsun düşünmek bile, kötülüğün nasıl da sıradanlaşabildiğini bize hatırlatıverir. 10 Ekim 2015 Ankara Katliamı’nı unutmamak, aynı zamanda kötülüğün dipsiz bir kuyu olduğunu hatırlamak demek. Her gün en azından birkaçını yanı başımızda gördüğümüz savaş mağduru Suriyeli ya da Ukraynalı mülteciler böyle bir kötülüğün mağdurları… Hangi birini sayayım?
İnsanlık tarihinin gelmiş geçmiş en büyük kötülüklerinden biri de Yahudi soykırımı. İnsanlığın dinmeyen yarası. Bu hafta sonu izlediğim bir film, 1930’lu yıllara damgasını vuran bu kötülüğün “kadarı” olmadığını yeniden hatırlattı, yarayı kanattı. Bazılarımızın hayatı adeta yaşadığı dönemin özeti gibidir, o hayatlarda kötülüğün nasıl da dipsiz bir kuyu olduğunu görürüz. İzlediğim film de o dönemin kara bir tablosu gibiydi. Sahneler zihnimde Murathan Mungan’ın sözleriyle birleşti. Fransız devlet kadını, Avrupa Parlamentosunun ilk kadın başkanı ve feminist Simon Veil’in hayatını anlatan bu film (Simone. Yüzyılın Yolculuğu), bir yandan kötülüğün sıradanlığını, diğer yandan da kötülüğe karşı iyiliği inşa mücadelesini anlatıyor. 1927-2017 tarihleri arasında yaşayan Veil, henüz 16 yaşındayken annesini, babasını ve erkek kardeşini Auschwitz-Birkenau Toplama Kampı'nda kaybeden bir kadın. Yahudi kamplarında yaşanan kötülüğün nasıl bir dipsiz kuyu olduğunun bariz örneklerinden. Mutlu ve varlıklı bir ailenin felakete sürüklenişi, kamplar, işkence ve kötü muamele, gözleri önünde ölen insanlar, açlık… Tarifi olmayan acılar, sınırı olmayan bir kötülük. Toplama kampından kurtuluşunun ardından insan hakları mücadelesi ile geçen bir hayat…1974’te sağlık bakanı iken kürtajın yasallaşması için verdiği ve nihayetinde kazandığı mücadele, hakimlik mesleğini icra ederken cezaevi mahkumlarının insanca muamele görmesi için verdiği mücadele, yine sağlık bakanı iken AİDS hastaları için yürüttüğü mücadele, Yugoslavya iç savaşında aldığı tutum… Tutuklu ve hükümlü hakları, özellikle de hasta mahkumların (siyasi mahkumlar da dahil) tedavisi konusunda yürüttüğü kararlı mücadele takdire şayan. Bir cezaevi yöneticisinin “Ama o mahkum çocuğunu öldürdü” sözleri üzerine, “Mahkumların dışarıda ne yapmış olduğu bizi ilgilendirmez, biz onların buradaki sağlığından ve koşullarından sorumluyuz” cevabını vermesi ne kadar da anlamlı. O dönemde aynı yöneticiler, Veil’in mahkumlara kitap verilmesi konusundaki ısrarını da dehşetle karşılamıştı. Tüm bunlar bir yandan cezaevlerine, suça ve suçluluğa bakışı, diğer yandan da hak mücadelesinin ne kadar yaşamsal olduğunu bize gösteriyor. Tabii bir de o yıllarda kazanılan haklardan bugün nasıl soyundurulduğumuzu…
Simon Veil, verdiği hak mücadelesi ile yaşadığı yüzyıla damgasını vurmuş bir kadın. Ama aynı zamanda yüzyılın da onun hayatına damgasını vurduğu bir hak savunucusu. ’68 Hareketi'ne umutla bakan, Sosyalist Partiye çok kez oy veren, ancak eşinden ötürü daha çok Hristiyan-demokrat Cumhuriyetçi Halk Hareketi çevresinde siyasallaşan, cumhuriyeti ve laikliği savunan liberal bir siyasetçi. Veil’in yaşamında bugünden bakınca belki de en fazla şaşırdığım şey, tüm bu mücadeleyi sağ partiler içinden yürütmüş olması. Bugün, merkez sağ partiler bile yabancı düşmanı söylem ve politikalardan azade değilken, o yıllarda bu hakların sağda siyaset yapan bir kadın tarafından savunulması nereden nereye geldiğimizin açık resmi gibi…
Evrensel'i Takip Et