Şehitlik

Amasra'daki maden patlamasında hayatını kaybeden işçilerden Mustafa Can Yıldırım'ın tabutu ve ailesi | Fotoğraf: AA
Bu kez de Bartın’da bir iş katliamına tanıklık ettik. Fıtrattan dem vuranların söylemiyle hepimiz “şehit” olduk bu katliamda, bu katliama... Toplum olma becerimizi yitirme hali, kurulan cümlelerle, katliamı kaderle eşleştirip ölenleri “şehit” ilan etme, böylece sorumluluktan azade olup bu katliamda zarar gören insanları hak öznesi olmaktan çıkarma halleri ile örtüşüyor. Avukatlar ölüm sebebini ortaya koymaya, sorumluları tespit etmeye çalışıyor. Zarar görenlerin haklarının peşindeler ne iyi ki. Bartın’a gidip, o insanları yeniden hak öznesi kılma çabası içindeki avukatların orada ne işi olduğunu, devletin ayağına dolaşmaması gerektiğini söyleyenlerle emeğin hakkını savunanların birlikte yaşam kurabilmesi kolay değil.
Yeni sansür yasasıyla devletin ayağına dolaşabilecek her hak arama mücadelesini engelleme çabası da bu bölen etkisini güçlendirecek anlaşılan. Zaten bizleri bölücü olmakla suçlayanların ta kendisi bölen parçalayan olmayı kendilerine hedef bellemiş durumdalar. Memleketi orta yerinden yarma girişimleri neyse ki dörtte birini alıp gitmeye doğru ilerliyor ama biz onlar da gitmesin diye uğraşıp duruyoruz.
Şehit, bu memlekette özellikle siyasi otoritenin kullanmayı pek sevdiği bir sözcük. Arapça tanık demek. Tabii din yolunda ölenleri de tanımlıyor. İş katliamları neden bizi şehitlik mertebesi dedikleri, o ifade biçiminden belli ki biraz yukarıda, bir katmana yerleştirsin, anlamak olanaklı değil. Yaygın anlamıyla din uğruna ölmekle ne ilgisi olduğu ise tam bir muamma... IŞİD denen örgütün mensupları olduğunu ifade edenler din uğruna savaştığını söylüyor, ölünce de sözcüğün yaygın kullanımına denk düşen biçimde şehit oluyorlar. Ortada bir irade var, din uğruna ölüme gitme var, oysa önlenebilir ölümlerde irade yok, hatta siyasi otoriteden yana tam bir iradesizlik hali var.
İnilmemesi gereken derinliklere uzanan madenlerin emekçileri, dere yataklarına dikilen binalar, yakılan, sökülen ormanlar, kentsel dönüşüm adı altında asbeste bulanan kentlerin sakinleri, barışmayı beceremedikleri için çatışmalara terk edilenler, önlem alınmayıp serbest dolaşıma sokulan salgınlar, koruyamadıklarını karşıladıkları hastanede virüs yükü altında ezilenlerin ölümleri kaçınılmaz değil, kader hiç değil. Her biri iş cinayeti, katliam. Önlemeyenler sorumlu, bizlerse hak özneleri olarak haklarımızın peşinde olmalıyız. Önlemek için mücadeleye, önleyemediklerinde haklarımıza sahip çıkmak hepimizin sorumluluğu. Önlemek ise o ayağına dolaşmamızı istemedikleri devletin yükümlülüğü.
Ayağa dolaşma ise çok kıymetli bir eylem, bizlerin yurttaş sorumluluğu. Önlemeyenlerin iradesizliğini görünür kılma, denetleme ve önlemek için adım atmaya zorlamak bizi bir topluma dönüştürecek olandır. Ölümü değil yaşamı kutsayacak yolların döşenmesini mümkün kılar. Kadere değil iradesini insanlığın korunmasından yana kullanabilmeye yönelen bir toplumun hak özneleri olarak daha fazla ek dolaş olmalı o ayaklara. Ayakların altında ezilmeyi reddetmeli hep birlikte.
Diyarbakır’da İnsan Hakları Derneğinin etkinliğindeydim önceki gün. Türk Tabipleri Birliğinden bir heyet Bartın’a doğru yola çıkarken, ben de Diyarbakır’a gittim. Bir insan hakkı olarak sağlık hakkını konuştuk katılımcılarla. Sağlık hakkı mücadelesinin politik temelleri, ekonomi politikle iç içe geçme hallerini tartıştık uzun uzun. Önlenemeyen ölümlere yol açan bütün iradesizlik hallerini ve sağlığa emek verenlerle sağlıklı kalmaya çalışanların bu iradesizliği ortadan kaldırma çabası olmadan yaşam alanlarımızı sağlatmamızın olanaksız olduğunu Bartın işçi katliamı tanıklığında bir kez daha gördük.
Evrensel'i Takip Et