17 Ekim 2022 04:49

Kader demişken…

maden ocağı önündeki kalabalık ve ambulanslar

Fotoğraf: Ömer Ürer/AA

Paylaş

“Arkadaşlar yani biz bir defa bu tür ocaklarında, kömür ocaklarında bu olanları, lütfen buralarda bu olaylar hiç olmaz diye yorumlamayalım. Bunlar olağan şeylerdir. Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında fıtratında bunlar var.”

13 Mayıs 2014’te Manisa’nın Soma ilçesindeki kömür madeninde 301 işçinin yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan katliamın ardından bu sözleri söyleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, bölgede protesto edilmişti.

Sekiz yıl sonra Bartın’ın Amasra ilçesinde 41 işçinin yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan maden patlamasının ardından yaptığı açıklamada, -muhtemelen Soma açıklamasından sonra gelen tepkilerin de etkisiyle- “Birileri bunun dalgasını geçebilir ama önemli değil: Biz kader planına inanmış insanlarız” dedi.

Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de, 1999 Marmara depreminin ardından şu ifadeleri kullanmıştı: “Altımız çürüktür, ama yine de bu altın üstünde yaşamaya mecburuz. Yine bu topraklar üzerinde yaşayacağız, ama daha dikkatli olacağız. Biz bu abdestle çok namaz kılarız, bu depremden çok şey öğrendik.”

Geriye doğru kazıdığımızda, Türkiye’de sağ iktidarlar bakımından, böyle durumlarda bir söylem bütünlüğü görüyoruz. Neden hep yoksulların kaderi böyle yazılır da, zenginler bundan azadedir hatta haklarında açılan davalarda da hep bir koruma, kollama refleksi görülür? Bu tür sınıfsal sorular Türkiye sağını hiç ilgilendirmedi, ilgilendiremez de zaten.

Bir adım geri çekilerek bu kaderin, onu yaşayanların hayatlarındaki somut karşılıklarına bir bakalım.

41 işçinin yaşamını yitirdiği Amasra’da genç işçilerin sayısının fazlalığı dikkati çekiyor.

Editör Sevim Erdoğan, Twitter hesabından şu cümleyi paylaştı: “Bartın’da bir köy düğününe gitmiştim. Damadın annesi 34, damat 18 yaşındaydı. ‘Niye bu kadar erken evleniyorsunuz’ dedim, kadın ‘Bizim erkekler madende çalışıyor, ne kadar erken evlense o kadar iyi’ dedi.” (15 Ekim 2022)8 yıl önce 301 maden işçisinin yaşamına mal olan patlamanın ardından Soma’ya gittiğimde konuştuklarım arasında bulunan genç bir maden işçisi, yeni evlendiğini, taksitle aldıkları eşyaların, düğün masraflarının karşılanabilmesinin madende çalışmasına bağlı olduğunu anlatmıştı. Yaşadıkları bölgede hayatın onlara sunduğu çok da fazla seçenek olmadığından, bu, nesiller boyu devam eden ve neredeyse ‘kader’ gibi bir gerçeklikti onlar için.

TBMM’de İnsan Haklarını İnceleme Komisyonunda kurulan Uludere Komisyonu Üyesi CHP Ankara Milletvekili Levent Gök’ün, kısa bir süre önce okurla buluşan ‘Roboski Uludere’nin Gözyaşları’ kitabından bir cümle de şöyle: “Şirvan Encü 19 yaşındaydı; kaçaktan döndüğünde ertesi gün sevdiği kızı istemeye gideceklerdi.”

Bulundukları sınır bölgesindeki ekonomik koşulların imkansızlıkları içinde kıstırıldıkları hayatlarında, daha önce kaçağa gittiği için bacağını kaybetmiş olan akrabalarının hikayelerini dinleyerek büyüyüp, sonra, önde katır aynı yoldan devam etmek… Kimse kaçağa gittiği için zengin olmasa da, ele güne muhtaç olmamanın eldeki tek seçeneği bu olduğu için…

Ülkenin farklı coğrafyalarındaki yoksulların ‘kaderleri’ farklı özgünlüklerle de olsa sınıfsal bakımdan birbirine bağlanıyor.

Kapitalizmin vahşetinin adeta kristalize olduğu maden gerçekliği, edebiyat ve sinemada da güçlü örneklerle yansımıştır.

İngiliz Yazar Richard Llewellyn’in ilk baskısı1939 yılında yapılan ‘Vadim O Kadar Yeşildi Ki’ adlı romanı, iki yıl sonra da John Ford tarafından filme alınmış ve bu film beş dalda Oscar ödülü almıştı.

Galler’deki bir madenci kasabasında Morgan ailesinin etrafında kurulan romanda, ailenin en küçük üyesi Huw’un gözünde madencilerin yaşamlarına uzanırken, ücretlerinde kesinti yapılan maden işçilerinin sendikalaşarak direnme seçeneğine başvurduklarında maden patronlarının kiliseyi yanına alarak, örgütlenmenin ‘sosyalist bir şeytanlık’ olduğu propagandasına yeltendiğini görürüz.

Romanın film halinin en çarpıcı sahnelerinden biri de tam buna ilişkindir. Sendikalaşmaya öncülük eden maden işçilerinden biri kilisenin papazına şöyle seslenir: “Sürünüzün çobanlığını yapıyorsunuz ama sürünüzün pislik ve yoksulluk içinde yaşamasına göz yumuyorsunuz. Ne zaman buna karşı seslerini yükseltmek isteseler bunun Tanrı’nın ilahi takdiri olduğunu söyleyip, onları yatıştırıyorsunuz. Koyunlar! Bir avuç maden sahibinin güttüğü koyun sürüsü müyüz biz?”

Bu sözler, kendisi de on yıl maden işçiliği yapmış olan papazı da etkiler: “Sendikanızı kurun. Buna ihtiyacınız var. Tek başınıza güçsüzsünüz.” Papazın bu sözleri maden patronunu çıldırtır.

Madencilerin gündelik hayatları, eğlenceleri, düğünleri, direnişleri ve ardından da yaşanan maden patlaması ile birlikte ölümlerine tanıklık ederiz.

Ve roman şu sözlerle sona erer: “Vadim, öbür dünyaya göçmüş olanların vadisi, bir zamanlar o kadar yeşildi ki...”

Aradan onca zaman geçtikten sonra bugün Amasra’da madencilerin ve ailelerinin yaşadıkları da farklı değil.

Dinler ve dönemler farklı ama gerçeklik aynı.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa