24 Ekim 2022

Psikolojik savaş manşetleri de mi kader?

Sabah, Yeni Şafak, Diriliş Postası ve Aydınlık'tan küpürler

Haber söylemlerinin, gazete manşetlerinin psikolojik savaşın unsuruna dönüştüğü dönemler, gazeteciliğin de gazetecilik olmaktan çıktığı dönemlerdir. Yine böyle bir dönemdeyiz. Siyaset ile medya düzeni arasında böylesi araçsal ilişkilerin yaşandığı her ülke açısından geçerli olan bu durum, Türkiye’de çok sık yaşanıyor. Bizde hakim medya yapıları açısından, gündelik yalanlarla sistemin yeniden üretimi gibi ‘normal’ işlevini yerine getirmenin yanı sıra çok sık olarak da düşman retoriğinin öne çıktığı adeta ateş eden manşetler görüyoruz.

İHD Genel Başkanı iken Akın Birdal’a, Agos Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’e sıkılan kurşunlar, atılan manşetlerle oluşturulan nefret ikliminin yol verdiği koşullarda gerçekleşmişti. Uzun süre Türkiye medyasının ‘amiral’ gazetesi muamelesi gören Hürriyet’in, Ahmet Kaya için attığı ‘Vay şerefsiz’ manşeti unutulabilir mi?

İç ve dış düşman söylemleri üzerine kurulu haber içerikleri ve sunumlarının, milliyetçiliği yeniden üreterek televizyonlar için reyting, gazeteler için de tiraj anlamına geldiği biliniyor. Ama meseleyi sadece böyle anlayıp açıklamak, medyanın siyasetle ve hakim iktidar/devlet yapılarıyla ilişki halinde, bazı dönemlerde doğrudan andıç yoluyla ya da yukarıdan gelen bir telefonla atılan manşetleri atlamak anlamına gelir.

Son günlerde TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı, zehir saçan manşetlerin hedefindeki isim. Yanına başka isimlerin eklendiği günler de oldu. Yönetim yapıları buna uygun olan bazı tabip odaları da bu psikolojik savaş kervanına katılmaktan geri durmadılar.

Böyle zamanlarda, yaratılan toz bulutu arasında gerçekler de belirsizleştiriliyor. Şimdi günlerdir Şebnem Korur Fincancı’yı hedefe koyan manşetleri, iktidarın, ortağı MHP ile birlikte Meclisten geçirdiği ‘dezenformasyon’ yasası açısından bir düşünelim. TSK’nin operasyonlarında kimyasal kullandığına dair haberler sonrası bu konudaki görüşü sorulan Fincancı, aslında özetle ‘Araştırılmalı’ diyor. Hem Türkiye İnsan Hakları Vakfının hem de TTB’nin başkanı olan bir isim ne demeliydi? “Hayır araştırılmamalı” mı demeliydi?

Hak savunucuları bu ülkede istisnai dönemler hariç hep hedefte oldu. Çünkü herkesin öncelikle uyması gereken ‘milli’ görevleri olduğu iddiası ile yönetiliyoruz ve ‘hak’ kavramı ancak bu milli görevlerle uyumluluk gösterdiği ölçüde kabul edilebilir görülüyor.

Böyle bir yaklaşım gazeteciliğin vazgeçmemesi gereken, vazgeçtiğinde varlık gerekçesini kaybetmiş olacağı hakikat ile ilişkisini de mayınlıyor. Örneğin son 40 yıldır ülkenin temel gündemleri arasında yer alan Kürt sorununda, ‘terörle mücadele’ hattı, tüm medya açısından bir ‘milli görev’ hattı olarak kabul ediliyor. ‘Terörle mücadele’ adı altında sürdürülen yöntemlerin yol açtığı insan hakları ihlallerine, sosyal mağduriyetlere yer veren bir habercilik yaptığınızda ‘görev ihlali’ yapmış sayılıyorsunuz ve bedeli de türlü biçimlerde önünüze konuluyor. Daha da ileriye gidip ‘barış’ taleplerine yer veren bir habercilik yapıyorsanız o zaman mayınlı arazinin tam ortasındasınız demektir. Her an bacağınızı orada bırakmayı göze alacaksınız.

Ama ihlalleri hiç yokmuş gibi yaptığınızda da bir yalan makinesine ve bu dönemde de örnekleri ortak manşetlerle görüldüğü gibi bir psikolojik savaş aygıtına dönüşüyorsunuz. Gerçi bu cümlenin kendisi bile sonuç olarak pergelin ucunu gazeteciliğin hakikat karşısındaki sorumluluğuna koyduğu için, Türkiye düzleminde naif kalıyor. Söze logosundan itibaren ‘Türkiye Türklerindir’ diye başlayan bir medya düzeninde gazetecilik ayarları da ona göre belirleniyor.

Bu konuya odaklanan iyi akademik çalışmaların yapıldığını anmadan geçmeyelim. Bir örnek olması açısından, Esra Ercan Bilgiç’in, ilk baskısı 2000 yılında Evrensel Basım Yayın tarafından yapılan ‘Vatan, Millet, Reyting’ adlı kitabı, televizyon haberlerine dayalı olarak milliyetçiliğin yeniden üretimini ele alıyor. Yöntemsel özellikleri bakımından bu dönem açısından da ufuk açıcı olabilir.

Kürt sorununda demokratik bir çözüme kavuşuncaya kadar, siyaset ve medya söylemindeki düşmanlaştırma retoriği, hedefindeki insan ve kurumlar değişerek hükmünü icra etmeye devam edecek.

Tam da o nedenle Kürt sorunu sadece önümüzdeki seçim süreci ve sonrasının değil, bugünün sorunudur. Eğer barış mevzisi bu kadar geriye çekilmiş olmasaydı, böylesine şaha kaldırılmış bir psikolojik savaş diliyle karşılaşır mıydık?

İLGİLİ HABERLER

EVRENSEL'İNMANŞETİ

101 milyarlık gasp

101 milyarlık gasp

Enflasyonla mücadele adı altında uygulanan Erdoğan-Şimşek programı, enflasyonu düşürmüyor ama ücret ve maaşları acımasızca ezmeye devam ediyor. DİSK-AR’ın araştırmasına göre sadece iki aylık enflasyon nedeniyle işçilerin, memurların ve emeklilerin cebinden en az 101 milyar lira çalındı. “Enflasyonun nedeni ücret zamları” yalanının foyası da açığa çıktı.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
DİSK-AR’ın araştırmasına göre sadece iki aylık enflasyon nedeniyle işçilerin, memurların ve emeklilerin cebinden en az 101 milyar lira çalındı.

Evrensel'i Takip Et