Kirli para, temiz para ve iki şehrin hikayesi
Kısa bir süre önce Londra’da on binlerce emekçi daha iyi bir ücret için sokağa çıkmıştı. | Fotoğraf: Arif Bektaş/Evrensel
Tek adam yönetimini gönderirsek yerine ne gelecek? Bu soru, “Hele tek adam gitsin de sonrasına bakarız” diyerek geçiştirilemez. Çünkü Türkiye’de halkın ekonomik darboğazdan nasıl kurtulacağı yarının değil bugünün sorunu. CHP heyetinin Londra temasları ve paralelindeki tartışmalar, soruyu ertelemeden tam da bugün konuşmamızı gerekli kılıyor.
“Temiz para” ile başlayalım.
Londra’da kümelenmiş finans tekelleri, sermaye birikimini tarihsel olarak köle ticareti üzerinden sağladı. Adına “üç köşeli ticaret” denen bir transfer sistemiydi bu. Özellikle Liverpool ve Bristol’dan çıkan gemiler Britanya-Afrika-Amerika hattında köle ticaretine başladılar. Milyonlarca Afrikalı, İngiliz ticaret şirketleri eliyle zincire vuruldu ve gemi taşımacılığı yoluyla Amerika’daki tarım plantasyonlarına satıldı. Bu vahşet 16’ncı yüzyıl sonlarından 19’ncu yüzyıl başlarına kadar devam etti. Taşınan kölelere karşılık, Britanya adasına mal, çeşitli ürünler ve devasa para girdisi sağlandı. Hindistan ve uzak Asya’nın sömürgeleştirilmesini de buna ekleyelim. Dolayısıyla ne kolonyalizm üzerine bina edilen şirket ve bankaların ne de o bankalardan çıkan paraların temiz olması mümkün. O paraların saklanan yüzünde zincire vurulmuş kölelerin, yok pahasına satılan köle emeğinin ve üzerinde güneş batmayan sömürgeciliğin tarihi yazılı. Bu kara tarih, sonrasında yeni sömürgeciliğin çeşitli biçimleriyle ve tekellerin yeni hegemonya stratejileriyle devam etti, ediyor.
Burada bir parantez açmakta fayda var. CHP heyetinin uyuşturucu ticareti üzerinden Türkiye’ye gelen kirli finansmana ya da kara para transferine dikkat çekmesi elbette önemsiz değil. Ve oran gerçekten de AKP’li yıllarda tavan yapmış durumda. Ama bu durum, dün sömürgecilikten beslenmiş, bugün modern ve bilişim tefeciliğine dayanan finans tekellerini “temiz” kılmayı, aklayıp paklamayı haklı kılmaz.
“Para buldum” ya da “Gençlere para buldum” meselesine gelince…
AKP Hükümeti fon arayışında Londra yollarını daha önce az aşındırmadı. Sıra CHP’ye mi geldi? Hem de henüz iktidar bile olmamışken. Ama finans tekelleri kimseye kara kaşı kara gözü için para vermez. Bir koyup üç almıyorlarsa o para Türkiye’ye hiç uğramaz. O nedenle “para buldum” demekle düğün dernek çalınmıyor. “Buldum” diye açıklanan o paraya karşılık halk olarak neyi ne kadar kaybedeceğimizi de sorgulamak gerek.
Tam da burada bir parantez de gençler için açmalı. “Teknolojik gelişim”, “bilişim”, “endüstri 4.0” gibi söylemler kulağa hoş geliyor. Hele de bilime, aydınlanmaya adeta savaş açmış bir Hükümet yönetimi altında. Eksik ve yanıltıcı olan şu ki, bilimsel ve teknolojik alan sınıflar üstü bir alan değil. Bu alandaki küresel gelişmeler de tekellerin hegemonyası altında. Seçilmiş bir azınlık dışında milyonlarca genç Avrupa, ABD ve batı kapitalist ülkelerde de işsiz. Pandemi koşullarını esnek ve güvencesiz çalışmanın fırsatına dönüştüren kapitalizm, “beyaz yakalıları” sömürü mengenesinde sıkıyor. Örneğin Avrupa’dan Hindistan’a evine bilgisayar gönderilen genç bir mühendis, binlerce kilometre uzaklıkta ve kendi evinde ayda 300 dolara çalıştırılabiliyor. Oysa aynı işin Avrupa’daki karşılığı 3 bin dolar. Dolayısıyla gençlerimizin sadece teknolojik gelişmelere değil, onunla birlikte tekellerin sömürüsüne karşı dünyadaki sosyal-sendikal hak mücadelelerine, örgütlenme deneylerine de bakması gerekiyor. Aksi halde “gençlere bulunan para” Türkiye gençliğini küresel sömürü ağının içine entegre etmekten öteye geçmeyecek.
Birileri “muhalefet yapmak” adına halkı aynı suda iki kez yıkanmaya çağırırsa buna elbette dur diyeceğiz. Bu bizim görevimiz. Hatırlayınız. Türkiye’yi IMF garantörlüğünde uluslararası tekellerin yağma ve talan politikalarına açık hale getiren isim kimdi? Kemal Derviş. 2001 ekonomik krizi sonrası bir teknokrat olarak ekonomi dümenine oturtulan Derviş, işçi ve emekçilerin önüne en az 10 yıl sürecek acı reçeteler dizisini koydu. Sonrası AKP hükümetleri döneminde de devam eden kemer sıkma politikalarıydı. Türkiye sermayesi toparlansın diye halk daha da yoksullaştı. IMF güdümlü bu programın adı “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” idi. Bugün “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” diye yola çıkan Millet İttifakı’nın benzer bir ekonomik programa sarıldığını görüyoruz.
Dün kabineden, AKP sıralarından CHP’ye yanıt yetiştiren Ali Babacan, bakın 2013 yılında ne diyordu: “Bizden önceki 13 hükümet dönemine baktığımızda toplam gerçekleştirilen özelleştirme rakamı 8 milyar dolar. Şu son haftalarda tamamladığımız özelleştirmeleri de eklediğimizde Hükümetimiz döneminde yapılan özelleştirme tutarı 42 milyar doları geçmiş durumda.” İşte 10 yıl sonra Kemal Derviş programının geldiği ve Babacan’ın övündüğü yer! AKP’nin içinden çıkan ve bugün Millet İttifakı içinde yer alan Babacan ve Davutoğlu’nun yaklaşık 200 bin işçiyi ilgilendiren grev yasaklarına imza koyması da uluslararası sermayeye verilen güvenin bir ifadesi olsa gerek. İşçi sınıfı bilmeli ki, dün olduğu gibi bugün de uluslararası fonlara bel bağlayan her ekonomik program, finans tekelleriyle girilen her pazarlık ilişkisi; daha fazla özelleştirme, daha fazla taviz ve bağımlılık, daha çok işten atma ve daha fazla acı reçete getirecek. O nedenle işçi ve emekçiler, burjuva ekonomik programları seçim sonrasına bırakmadan şimdiden elinin tersiyle itmeli.
İşin bir ilginç yanı da şu: Cumhur İttifakı “Seçimi kaybedersek güven ortamı kalkar, yabancı sermaye Türkiye’den kaçar” diyor. Millet İttifakı da “İktidara gelirsek uluslararası sermaye güven duyar, Türkiye rahatlar” diye karşılık veriyor. Her iki ittifak bloku da ekonomi alanında uluslararası sermayeye güven vermek için yarışıyor.
Tek adam yönetimine elbette hayır. Ama bizim de içinde yer aldığımız Emek ve Özgürlük İttifakı tekellerin baskısına karşı halkı bir başka seçeneğe çağırıyor. Bu yüzden 24 Eylül’de açıklanan deklarasyonda Emek ve Özgürlük İttifakı aynen şöyle demişti: “Ekonomik krizin ve çok yönlü toplumsal yıkımın ağır faturasını yerli ve yabancı sermayeye ödetecek, emekçilerin yaşadığı güvencesizliğe ve geleceksizliğe son verecek politikaların izlenmesi şarttır.” Kısacası uluslararası sermayeye güven vermek halka kaybettirir. Esas güven “halk için ekonomi”yi savunarak işçi ve emekçilere verilmeli. Halkın test edeceği ilke budur.
Geçtiğimiz hafta EMEP heyeti olarak bizler de İngiltere’deydik. Ne var ki bizim temaslarımız finans tekelleriyle, şirket ofislerinde CEO’larla yapılan temaslardan değildi. Bizim buluşmalarımız grevdeki işçilerle, emekçi sendikalarıyla oldu. Bizim ziyaretlerimiz yüksek plazalara değil grev çadırlarınaydı. Tekeller dünyasını bir de oradaki işçilerden dinleyin. Grevdeki Liverpool liman işçileri ve sendikalar Londra tekellerini birilerinin anlattığı gibi cicili bicili anlatmıyor. Pandemide işçileri çarklara süren şirketler şimdi onları kapının önüne koyuyor. İşçilerin, eğitimcilerin, sağlıkçıların kazanımları baskılanıyor, ücretleri eriyor. Emekçiler bütün dünyada sınıf kardeşlerine enternasyonal mücadele çağrısı yapıyor.
Charles Dickens “İki Şehrin Hikayesi” romanında Fransa ile dönemin İngiltere’sini karşılaştırır. Manş denizinin iki yakasında, saraylarda ve kulübelerde yaşayanların çetin bir sınıf mücadelesi vardır. Eşsiz romandan esinlenerek bitirelim: Emeğin ve emekçinin Türkiye’si, sermayenin değil emeğin Londra’sına kulak vermeli.
- Deprem illerinde işçiler ve patronlar 21 Mart 2023 04:52
- Beyaz Toros’lar ve onu üreten işçiler 07 Mart 2023 04:52
- Kapitalist yağma düzeniyle hesaplaşmadan bu enkaz kalkmaz 28 Şubat 2023 04:18
- Domuz damı 21 Şubat 2023 04:39
- ‘Asrın felaketi’ ve acil ihtiyaç listesi 14 Şubat 2023 04:33
- Dipten gelen dalga 31 Ocak 2023 04:40
- Bir mitingden ötesi 17 Ocak 2023 05:06
- İBB’ye kuşatma, siyasete vesayet: Ne yapmalı, ne yapmamalı? 03 Ocak 2023 04:45
- Siyaset ve sendikalar 27 Aralık 2022 04:24
- Denizlerden Erdallara yürüdüğümüz bir yol var bizim 13 Aralık 2022 04:34
- Vizyon ve emekçi ittifakı 06 Aralık 2022 04:31
- Gençlik ve umudu kesilen ülke 29 Kasım 2022 04:28