Takside 40 dakika
Fotoğraf: Unsplash
Geçtiğimiz ayda bir toplantıdan diğerine acil yetişmem gerekiyor. Bir İstanbul gerçeği; taksi yok.
Mahallenin duraklarına yalvarıyorum; kimse o trafik saatinde karşıya geçmek istemiyor. Köprü girişinde karşı tarafın taksilerinden birine beni devretmeye söz verdiler.
Beni yolda bırakmayın, bana durmazlar, siz durdurup bindirin diye rica minnet hallerdeyim.
Kapısındaki durak isminde gideceğim semt yazan bir taksi bulduk gerçekten de. Son yıllarda tam gideceğimiz yere götürmeyi kabul eden taksici bulmak ruh eşimizi bulmak gibi bir denk geliş malum, oldukça mutlu devroldum taksiye.
Aldığımız nefes bile politik olunca taksinin kapısında ilk soru “Nereye?” binmeyi başarınca gelen soru “Nerelisin?” ve hemen akabinde “Ne olacak memleketin hali?”
Taksici MHP seçmeniymiş. O kadar yılgınım ki o gün hayattan, bir taksi bulmak bile sınav olmuş, dilimde tüy bitmiş, sabrım çok sınanmış, her şey yanlış gidiyor, bir MHP seçmeni ile siyaset konuşacak yerlerim tutulmuş, hiç canım çekmiyor.
Sonunda büyük tartışma çıkacak, beni yol ortasında indirme riski var, gururumla sınavım da söz konusu olabilir. Kapıyı çekip parayı arka koltuğa fırlatıp ben inerim belki.
Keşke hiç açılmasaydı konu. Nereden nasıl başlayacağız şimdi?
“Ne kadar ilginç, çok uzun zamandır MHP seçmenine denk gelmiyordum” diyebildim. “İçinde milliyetçi kelimesi geçen bir parti baraj altı kalırsa tarihten silinir. Buna izin veremeyiz” dedi.
Zamanında ülkücülerin şiddetine maruz kalmış ve hâlâ zaman zaman tehditlerine maruz kalan biri için o arka koltukta yaşadığım tedirginliği anlatmama gerek yok sanırım. O tedirginlik iktidar yanlısı olmayan herkesin kalbinde atıyor zaten, ciğerine yapışıyor, nefesini kesiyor ha bire.
Sessiz camdan bakayım ve cahile yatayım diyorum ama soru da soruyor.
Düşündüm ki topu ona atarsam, o siyasi görüşünü överken belki söz sırası yeniden bana gelmeden varırız.
“Siyasal İslam’la yan yana gelmeden önce çok başkaydı değil mi işler? Hatta Türk-İslam sentezinden önce bambaşkaydı değil mi?” dedim.
Nasıl? dedi. Eyvah!
Söz bana gelmesin derken söz bende kaldı. Bu partinin hiçbir dönemi için iyi cümle bulamıyorum, ideolojik olarak çok zıtta kalıyorum. Haritayı açtım daha 34 dakika gösteriyor trafik.
Saçma bir yerden başladım, taaa Uzak Asya’dan. Maksat zaman kazanmak. Türklerin İslamiyet’e geçmeden önce doğayla olan bağına, Şamanların hayvana, ağaca, doğaya olan yaklaşımına, kadınların eve hapsedilmediği, ikincil görülmediği, savaşta geri gelince okçu birlikte yeri gelince öncü birlikte savaştığı, at üstünden inmediği, Hatun imzası olmadan anlaşmaların geçerli sayılmadığı... Kendi kendime de diyorum ben şu an ne anlatıyorum acaba?
Oradan lafın ucunu alamadım; sen kalk dört nala Uzak Asya’dan gel, toprağı ana bil, toprak anayı Ötüken, ağacın meyvesinden ölç Toprak Ana senden razı mı diye, sonra gel ormanları katledenlerle el ele...
Türk mitolojisi kadın kainatın yaratılışının kilit noktası diyor. Her yer denizken var olan tek yaratıcı Tanrı’yı bir kadın olan Kayra Han Ülgün Ata diye belliyor. Sonra gelinen noktada İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılsın, kadın evinde otursun, kariyeri analık olsun. Avcı kadından toplayıcılığa bile salmadığın kadına dönüştür. Yakışır mı Türk’e?
Neler diyorum!?!
Taksici de soruyor: “Öyle miydi Türkler?”
“Abi sen nerenin milliyetçisisin? Ben mi yanlış biliyorum? Türkçülük yok mu sizde?” diyorum.
“Ya biliyordum da unutmuşum.” diyor, çeviriyoruz kazı karşılıklı, yanmayalım diye.
Mevzu Siyasal İslam’ın takiyeciliğine geldi. Ne dediler ne yaptılar kıyaslamasına. Oradan ülkeye giren dövizin büyük miktarının nereden geldiğinin açıklanamayışına. Kara para şüphelerinden girdik Venezuela’dan peynir mi ithal edilirdi, onca yol nasıl dayanacak ve adamların hayvancılığı acaba ne durumda kimse sormadı mı?
Aldı laf başını gidiyor, taksici hayretle soruyor: peynir mi getirildi Venezuela’dan? 3. havalimanı inşaatında resmi sayıyla 52 işçi öldü de nasıl 400 işçinin hayatını kaybetmiş olma ihtimali kaynadı gitti mi yani?
Skyland’ı biliyor da 1500 daireden 500’ünün İranlı iş insanları ve devlet yetkililerine ait olduğunu nereden duydum ben, o hiç duymamış? Maslak 1453’ten tanesi 20 milyonluk daireleri çerez alır gibi İran meclis başkanı nasıl almış?
Kimse sormamış mı? Öyle paralar havale de yapılmaz ki şimdi nasıl ödenmiş? O adamın maaşı neymiş ki geliri neredenmiş?
Yok hiç ihtiyat akçesi tabirini duymamış, devletin de kefen parası mı varmış? E o da bittiyse biz bu büyük depremde ne yapacağız?
Hah işte yeri geldi yapıştırıyorum: Abi o değil de deprem vergileri ne oldu sahi?
Gideceğim yere varmak üzereydik. Son ışıklar. Döndü arkasına, ilk kez yüzüme baktı ve dedi ki “Ben hiç mi bir şey bilmiyorum?”
“Sizin suçunuz değil, gazeteler, televizyonlar iktidarın elinde, şu an açık olan radyonuz da öyle. Öğrenmek için ek çaba gerekiyor, o çabaya zaman kalmasın diye ekmek işte her geçen gün daha da aslanın ağzında. Günde kaç saat direksiyon sallıyorsunuz?”
Doğru, dedi. Günde 600 TL’nin altı zararmış. 600-700 ile ancak gideri sıfırlıyor, üzerine kazandığı gelir oluyor. Arada ek iş vesaire eve ancak uyumaya gidiliyor.
Bana telefonunu verdi, karşıya araç bulamazsan beni ara, ben bulurum dedi. Nereden haber okuması gerektiğine dair fikrimi sordu, nerede yazdığımı da. Muhtemeldir ki bu yazıyı görecek. Birbirimizde numaramız var, okuduğunda bana yazar. İnanır mısınız bir eski MHP seçmeni şu sıralar gazetemizi okuyor.
Bu tedirgin ve yılgın başladığım 40 dakikalık yolculuktan bana kalan:
Ezberimde boğulmuşum, insanlar dinlemeye, anlamaya hâlâ açık olabiliyor.
Seçime giden yolda; en uç kutba konuşurken dahi, aynı ideolojidenmiş, aynı yaşam şeklini benimsemiş gibi yapmaya gerek yok. Hakikat, takiyeden etkili. Üslup, hakikatin duyulmasının önünü açıyor.
Mecalim bitti sanıyordum, bir kişinin 40 dakikada fikrinin 180 derece değişebilmesi mümkünse, neden konuşmayalım ki? Sabır da karşılığını alınca bir filiz gibi yeşilleniyor.
Medya iktidar elinde, ekmek aslanın ağzında, gerçeği kim nereden duyacak hayatta kalma kavgasında? Midas’ın kulaklarını ıssız kuyuya bağırarak duyurmak mümkün değil.
O zaman yanıtı aratacak etkili soruların sokaktan geçerken dahi görülebilmesi lazım. 128 milyar nerede kampanyası gibi.
Her aya bir soru, her bir muhalefet bileşeninin birlikte sorabileceği, üç-dört kelimeye sığacak soru cümleleri, pankartlardan sallanacak, billboardları kaplayacak, rozetleri dağıtılacak, duvarlara yazılacak sorular.
Görüp merak eden, yanıtı ararken pek çok hakikatle daha karşılaşacak zaten. Dezenformasyon yasasından korkmayın, soruyla dezenformasyon olmaz. Tespit, tanım, teşhis değil nasılsa.
Bir de işte; sözü tamamen muhalefet liderlerine bırakınca olmuyor. Onların anlattığının inandırıcılığıyla sokaktaki insanınki bir değil.
Televizyondaki reklamlar gibi, bir ürünü izleyince değil, biri tavsiye edince daha etkili oluyor.
Bir yandan yıldık konuşmaktan ama aslında birbirimize konuşuyoruz. Akıllar alıp veriyoruz kendi mahallemizin sokakları arasında, fikirler uçuşuyor havada, kim daha iyi biliyor yarışı kime kazandıracak?
Bir masada sadece güzel şeylerden konuşabilme yetimizi yitirdik. Kendi kendimizi bitirdik neşe, coşku, umut konusunda.
Son düzlükte, sabırla ve selametle, bir kişi bir kişidir diye diye, hepimizin birer kampanyacıya dönüşmesi gerekecek, mecbur anlatacağız bildiğimiz kadarını, deliliyle, verisiyle, tane tane.
Hem böylesi içine içine konuşmaktan yeğ.
Bu memleketten gidesi olmayanların kalabilecek yeri kendisinin açması gerekecek. Hepimize kolay gelsin.
Dinlemeye olan açıklığı, hakikat karşısında hakkaniyeti, görüşlerinde esneyebilme kabiliyetiyle bana verdiği ders ve umut için, bu yazıya ön açan Ahmet Bey’e teşekkür ederim.
- Merhaba yeni sene, mutluluk hangi seneye? 04 Ocak 2025 06:30
- Öngörü, strateji ve bir film üzerine 28 Aralık 2024 04:50
- Uyanık tutan sorular 21 Aralık 2024 05:15
- Kara kış 14 Aralık 2024 04:45
- Karar üzerine tartışma 07 Aralık 2024 06:25
- İçimdeki taziye çadırı 30 Kasım 2024 06:10
- Had aşımı 23 Kasım 2024 05:04
- Kitap-defter açık sınav 16 Kasım 2024 04:47
- Soru 09 Kasım 2024 04:19
- Bi'şey 02 Kasım 2024 04:47
- Bazı huylarımız iyi değil... 26 Ekim 2024 04:25
- El artırmak üzerine 19 Ekim 2024 04:24